ANDRE VİLLAS-BOAS:
Bu sezonun dikkat çekenleri arasında , bir Türk futbolseverin ilk anda dikkatini çelecek isim odur. Çünkü Villas-Boas, Beşiktaş'ın rakibi Porto'nun teknik direktörü. Geçen sezon başında kendi takımını çalıştırabilmek için İnter'den ayrılmadan önce Jose Mourinho'nun ''yol arkadaşıydı''. Yol arkadaşı tabirini kullandım çünkü bu tanıma uygun bir arkadaşlıkları var bu ikilinin. Kendi futbol çizgisi de '' genç yaş-tercümanlık-yardımcı antrenörlük/izleyicilik ve kendi takımının patronluğu'' şeklinde gelişen Mourinho, Villas-Boas'la Porto, Chelsea ( Villas- Boas bu iki takımda scout olarak maç ve oyuncu izledi) ve İnter'de (yine izleyici oldu ama burda yeşil çim üzerinde daha çok beraberdiler ,bu yüzden Villas - Boas'ın İnter günleri scoutlıktan çok yardımcı teknik direktörlük sıfatına uygun) çalıştı...
Benim Boas'ın bu sezonki çıkışıyla ilgili, istatistiksel başarısı ve genç-karizmatik ''yeni Mourinho'' görüntüsünden ayrı bir fikrim var; Villas-Boas 26-27 yaşından beri rakip takımları,yetenekli oyuncuları takip etti, Mourinho gibi kollektif çalışma anlayışına inanan modern futbolun en iyi teknik direktörüne rakibin zaafları,artıları,kazanma yolu üzerine brifingler verdi.
Made İn Portugal kitabını okuduğumuz günden beri hepimizin haberdar olduğu, taktikler ve antrenman metodları üzerine bir defteri var Mourinho'nun. Bana kalırsa onun yakın arkadaşı Villas-Boas'ın da 33. yaşı itibarıyle geleceğin futbol dünyasına etki edebilecek bir defteri oluşmuş olmalı.
Kişisel olarak bendeki etkisi '' Beşiktaş taraftarının inanılmaz desteği kendi takımları üzerinde yıkıcı bir baskı oluşturabiliyor'' yorumuyla perçinlenmiş biri Villas-Boas,benim bir yabancı teknik adamdan duyduğum en iyi ''Beşiktaş stadı atmosferi '' değerlendirmesi.!
Chelsea'deki günlerinde V.-Boas...
Villas-Boas Mourinho'yla maç izlerken...
İnter'deki günlerinin sonunda...
Academica'da artık tek adam...İlk tecrübe.
Şimdi Porto'nun başında ve bu haftasonu karşılaşılacak ezeli rakip Benfica'nın taraftar sitesinde,onunla ilgili görüş ve eleştirileri özetleyen karikatürü...
5 Kasım 2010 Cuma
Freak Showlaşmak
Türk televizyonları hep tartışılır... Çoğunlukla, bu ülkenin hekettiği, kalitenin altında kalındığını düşünürüm ben de.
Ama bu ara bekleme dönemim, zaten farkında olduğum şeyin adını koymama yardımcı oldu. Türk televizyonlarında bilhassa gündüz kuşağı programları,pek çok dizi ''freak show'' ögeleri taşıyor.
Örneğin, evlenmek için stüdyoya gelen adamın ''hoptek oynaması'',duruşu, ordaki bir teyzenin hal ve tavrı vesair durumlar önplana çıkarılıyor...Örneğin, yıllardır ekranlardan düşmeyen ''acı dolu'' kadın programları da ''freak hayatların'' parçalarından oluşuyor.
Dizilerin en dikkat çeken tipleri ''davranış yada fiziksel değişiklikler'' taşıyan karakterler.
Dans etmeli,şarkı söylemeli,yemek yapmalı programların elemelerinde yada içeriklerinde tamamen ''değişik'' insanlar, reyting için ''yem'' olarak kullanılıyor... Yarışmanın adı '' Yetenek Sizsiniz''! Daha söylenecek bir şey var mı? Bunu düşünürken tebessüm etmeden de geçemiyorum.
Bu televizyon formatı Confessions of a Dangerous Mind filminde de gördüğümüz üzere bize Chuck Barris'ten miras...
Son olarak, tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan türünden bir soru, reyting aldığı için mi bu tip reyting avcılığı yapılıyor yoksa izlenen bu olduğu için mi televizyoncular bu tip görüntüleri önplana çıkarıyor sorusu.
Ben izlenenin bu olduğu gerçeğini kabul ediyorum üzülerek... Dikkatleri bu çekiyor,bundan hoşlanılıyor. Belki asıl eleştirilmesi gereken noktalardan biri budur.
Ama bu ara bekleme dönemim, zaten farkında olduğum şeyin adını koymama yardımcı oldu. Türk televizyonlarında bilhassa gündüz kuşağı programları,pek çok dizi ''freak show'' ögeleri taşıyor.
Örneğin, evlenmek için stüdyoya gelen adamın ''hoptek oynaması'',duruşu, ordaki bir teyzenin hal ve tavrı vesair durumlar önplana çıkarılıyor...Örneğin, yıllardır ekranlardan düşmeyen ''acı dolu'' kadın programları da ''freak hayatların'' parçalarından oluşuyor.
Dizilerin en dikkat çeken tipleri ''davranış yada fiziksel değişiklikler'' taşıyan karakterler.
Dans etmeli,şarkı söylemeli,yemek yapmalı programların elemelerinde yada içeriklerinde tamamen ''değişik'' insanlar, reyting için ''yem'' olarak kullanılıyor... Yarışmanın adı '' Yetenek Sizsiniz''! Daha söylenecek bir şey var mı? Bunu düşünürken tebessüm etmeden de geçemiyorum.
Bu televizyon formatı Confessions of a Dangerous Mind filminde de gördüğümüz üzere bize Chuck Barris'ten miras...
Son olarak, tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan türünden bir soru, reyting aldığı için mi bu tip reyting avcılığı yapılıyor yoksa izlenen bu olduğu için mi televizyoncular bu tip görüntüleri önplana çıkarıyor sorusu.
Ben izlenenin bu olduğu gerçeğini kabul ediyorum üzülerek... Dikkatleri bu çekiyor,bundan hoşlanılıyor. Belki asıl eleştirilmesi gereken noktalardan biri budur.
Gönderen
Ben
Etiketler:
evlilik programları,
freak show,
yetenek sizsiniz türkiye
4 Kasım 2010 Perşembe
Güzel Kaçışlar
Kimse insanın içini bilemez. Bazen en yakınları bile....
Ki bana kalırsa, yol üzerinde bir mola yeri varsa oraya kadar susmakta fayda bile vardır.
Türkiye'de genç olmak da yüktür,bunun üzerine kendi üzerinize yükler de yüklersiniz. İlerlemek,değişmek,dönüşmek,renklenmek hiç bir zaman olmadığı kadar önemlidir,hayatın bu aşamasında. Ama patinaj çekmeye başladığınız hissi içinizi kaplayabilir.
İşte bu hal içindeyseniz,siz de benim gibi uzaklaşmak,resmin küçük bir bölümünü değil tamamını görmek istersiniz.Kendinizden emin olmak için,kendi rönesansınzı,aydınlanma çağınız için. Ben bu mola yerinin İngiltere'de beni bekliyor olabiliceğini hissettim ve Brighton'da da o mola yerinde, kendime,hayatıma,olana bitene bakmak şansını yakaladım. Benim arabamın göstergeleri ''kırmızı'' ışıklarla sorun işareti veriyordu. Ben hep,durmadan ''düşünüyordum''.
Brighton'da Lower Bevendean,Durham Close'da bir evde başlayan kaçış,mola yada adına her ne demek gerekiyorsa ömrümün en tatlı hatıralarını verdi bana. İnsan kendisinden,kendisini bekleyen herşeyden,ailesinden,çevresiyle ilişkilerinden sıkılmışsa,monoton bir ruh haliyle kendini rutine bağlamışsa ve fakat çevresindeki değişimlerin de farkındaysa kendisine bir '' Sistem Geri Yükleme'' noktası yaratmalı. Ben de kendi deneyimimden önce bunu bilemezdim ama önsezilerim ''kendi doğrumu'' bulmama yardım etti.
Memnuniyetsiz hayatımda geri kaldığım değişimi, İngiliz ailelerimle, İspanyol,Brezilyalı,İtalyan,Kolombiyalı,Şilili,İsviçreli,Rus,Fransız arkadaşlarımla ve tabi ki Türk dostlarımla yakalama fırsatı buldum.
Tatmadığımı düşündüğüm ''keyifli hayat nimetlerini'' Arsenal'in Emirate's stadında dostlarla Emirate's Cup'u izlerken, Latin Partylerde, ''çakırkeyif''' eğlencelerde tatma şansına eriştim.
Brighton'da,Londra'da,Portsmouth'da,Oxford'da,Cambridge'da avareliğin,hiçbirşey düşünmeden gülüşüp gezmenin,tembellikten arınmanın izlerini bıraktım.
Brighton beachte en keyifli dost sohbetleriyle, insan kendini bunaltan düşüncelerden nasıl kaçar,nasıl uzak dururmuş onu anladım, güneşlendim,bira-barbekü keyfine kendimi adadım,futbol oynadım,kağıt oynadım...
İnsanın hiç bir aksilikten kaçma stresi yaşamaması nedir, bir sabaha karşı tekme-tokat kavgadan kaçmayarak hatta üstünde durmayarak öğrendim ve bundan da keyiflendim...
En çok da içilmiş,dans edilmiş, muhabbetler edilmiş bir partyden sonra, yada dostlarımla dünyanın en keyifli sohbetini 90'lar Pop'un fonda olduğu bir şekilde yapmış olduktan sonra yine sabaha karşı taksi parası vermemek için Brighton Unı.'deki duraktan Lower Bevendean,Durham Close'a doğru yapmış olduğum yürüyüşlerde kendimle kalabildim,en çok ve sadece o yarım saat kendimi dinledim. Ve kendi iç sesim bana ,o ılık Brighton havasında,sokaklarda tek başıma olduğum andaki kadar huzurlu gelmemişti hiç. Huzursuzluğun,sorumlulukların,hakkımda ne düşündüklerini umursayarak kendimi bunalttığım insanların,Türkiye'nin uzağındaydım.
Yine kimse farkedemez ne ara dolar zihin denen ''kova''... Belki stajdı,bizi burda bekleyen sevenlerin beklentileriydi,sizin onlara göstermek istediklerinizdi, hepsinden önemlisi sizin kendinizden beklentilerinizdi derken bi kaç ayda başlayıverir bile dolmaya.
Ama bu kez dolduğunda o kova, elde bir formül var... Benim için ikinci memleket anlamı taşıyan yerden kalanlar da var kendine yetecek güç,inanç ve en olmadık anda sığınılacak hatıra alemi olarak...
Şans... Kader... Adına ne derseniz diyin tahmin edilemeyecek,bilinmeyen bir ''X'' faktörü olduğunu unutmamak lazım, iyi şeylerin olmasını bekleyerek hayata devam etmek gerek.
Ve hep bir ''Güzel Kaçış'' planı yaparak...
Ki bana kalırsa, yol üzerinde bir mola yeri varsa oraya kadar susmakta fayda bile vardır.
Türkiye'de genç olmak da yüktür,bunun üzerine kendi üzerinize yükler de yüklersiniz. İlerlemek,değişmek,dönüşmek,renklenmek hiç bir zaman olmadığı kadar önemlidir,hayatın bu aşamasında. Ama patinaj çekmeye başladığınız hissi içinizi kaplayabilir.
İşte bu hal içindeyseniz,siz de benim gibi uzaklaşmak,resmin küçük bir bölümünü değil tamamını görmek istersiniz.Kendinizden emin olmak için,kendi rönesansınzı,aydınlanma çağınız için. Ben bu mola yerinin İngiltere'de beni bekliyor olabiliceğini hissettim ve Brighton'da da o mola yerinde, kendime,hayatıma,olana bitene bakmak şansını yakaladım. Benim arabamın göstergeleri ''kırmızı'' ışıklarla sorun işareti veriyordu. Ben hep,durmadan ''düşünüyordum''.
Brighton'da Lower Bevendean,Durham Close'da bir evde başlayan kaçış,mola yada adına her ne demek gerekiyorsa ömrümün en tatlı hatıralarını verdi bana. İnsan kendisinden,kendisini bekleyen herşeyden,ailesinden,çevresiyle ilişkilerinden sıkılmışsa,monoton bir ruh haliyle kendini rutine bağlamışsa ve fakat çevresindeki değişimlerin de farkındaysa kendisine bir '' Sistem Geri Yükleme'' noktası yaratmalı. Ben de kendi deneyimimden önce bunu bilemezdim ama önsezilerim ''kendi doğrumu'' bulmama yardım etti.
Memnuniyetsiz hayatımda geri kaldığım değişimi, İngiliz ailelerimle, İspanyol,Brezilyalı,İtalyan,Kolombiyalı,Şilili,İsviçreli,Rus,Fransız arkadaşlarımla ve tabi ki Türk dostlarımla yakalama fırsatı buldum.
Tatmadığımı düşündüğüm ''keyifli hayat nimetlerini'' Arsenal'in Emirate's stadında dostlarla Emirate's Cup'u izlerken, Latin Partylerde, ''çakırkeyif''' eğlencelerde tatma şansına eriştim.
Brighton'da,Londra'da,Portsmouth'da,Oxford'da,Cambridge'da avareliğin,hiçbirşey düşünmeden gülüşüp gezmenin,tembellikten arınmanın izlerini bıraktım.
Brighton beachte en keyifli dost sohbetleriyle, insan kendini bunaltan düşüncelerden nasıl kaçar,nasıl uzak dururmuş onu anladım, güneşlendim,bira-barbekü keyfine kendimi adadım,futbol oynadım,kağıt oynadım...
İnsanın hiç bir aksilikten kaçma stresi yaşamaması nedir, bir sabaha karşı tekme-tokat kavgadan kaçmayarak hatta üstünde durmayarak öğrendim ve bundan da keyiflendim...
En çok da içilmiş,dans edilmiş, muhabbetler edilmiş bir partyden sonra, yada dostlarımla dünyanın en keyifli sohbetini 90'lar Pop'un fonda olduğu bir şekilde yapmış olduktan sonra yine sabaha karşı taksi parası vermemek için Brighton Unı.'deki duraktan Lower Bevendean,Durham Close'a doğru yapmış olduğum yürüyüşlerde kendimle kalabildim,en çok ve sadece o yarım saat kendimi dinledim. Ve kendi iç sesim bana ,o ılık Brighton havasında,sokaklarda tek başıma olduğum andaki kadar huzurlu gelmemişti hiç. Huzursuzluğun,sorumlulukların,hakkımda ne düşündüklerini umursayarak kendimi bunalttığım insanların,Türkiye'nin uzağındaydım.
Yine kimse farkedemez ne ara dolar zihin denen ''kova''... Belki stajdı,bizi burda bekleyen sevenlerin beklentileriydi,sizin onlara göstermek istediklerinizdi, hepsinden önemlisi sizin kendinizden beklentilerinizdi derken bi kaç ayda başlayıverir bile dolmaya.
Ama bu kez dolduğunda o kova, elde bir formül var... Benim için ikinci memleket anlamı taşıyan yerden kalanlar da var kendine yetecek güç,inanç ve en olmadık anda sığınılacak hatıra alemi olarak...
Şans... Kader... Adına ne derseniz diyin tahmin edilemeyecek,bilinmeyen bir ''X'' faktörü olduğunu unutmamak lazım, iyi şeylerin olmasını bekleyerek hayata devam etmek gerek.
Ve hep bir ''Güzel Kaçış'' planı yaparak...
Gönderen
Ben
Etiketler:
brighton,
brighton pier,
İngiltere
1 Kasım 2010 Pazartesi
Sezonun İlk Futbol Yazısı : ÇOK BİLİNMEYENLİ BEŞİKTAŞ...
Konuya Beşiktaş'ın Mustafa Denizli'yle yollarını ayırdığı andan itibaren yaptıklarıyla başlamak gerek.Schuster'in takımın başına getirilmesi, bu teknik direktörün mantalitesi gözönüne alınarak mı yapıldı elbette tartışmaya açık. Ancak kulübün esaslı zaafı olan kadro derinliği,oyuncu kalitesinin artırılması konuları göz önüne alınmıştı,bu kesin. Guti, Quaresma, Aurelio, Fatih Tekke gibi isimler Türkiye liginde hangi takıma katılsalar,o takımı olumlu yönde etkileyebilecek isimler. Kaldı ki bu isimlerin Türk futbolseveri gözündeki ışıltısı kulüp adına da önemli bir adım olarak kabul edilmeli. Bu noktada Schuster'in, bu 4 yeni transfer dışında Necip,Nihat,Ferrari,Holosko,Ernst,Üzülmez,Toraman,Rüştü,Hakan,Cenk,Bobo,İsmail,Tabata,Nobre gibi Türkiye ligindeki diğer takımlarla sahaya çıkıldığında Beşiktaş lehine ağırlık sağlayabilecek isimlerle, iddialı bir ekibi yönetebileceği umudu da varoldu sene başında...
Öncelikle şunu söylemek gerek bu takım 20 resmi maç yaptı Ekim ayını geride bıraktığımız şu an itibarıyle...Ligde 10 maç, 5 galibiyet, 4 mağlubiyet, 1 beraberlik ,Türkiye liginde 1 galibiyet, Avrupa arenasında da 1 beraberlik ve 1 mağlubiyet 7 galibiyet alındı. Tüm bu istatsik bilgiler Türkiye'de her teknik direktörü terletir. Üstüne de sahada istenen oyun bir türlü oynanamıyor,üstelikde çok garip bir şekilde başlangıçta oynanmak istenen oyuna daha yakınken,her hafta biraz daha uzaklaşılıoyorsa işlerin zorlaşıyor olması ayrı bir anlam da kazanır.
Schuster başarısız olabilir. Beşiktaş ''yıldız kadronun başarısızlığı'' klişesine katılabilir, klişeseverlerin beklentisine uygun olarak...
Bütün bu son derece genel toparlamadan sonra bugün gelinen noktada son bir ayda 1 galibiyet alan 4 mağlubiyet,1 beraberlikle sahadan başı önde ayrılan takımın gözlerimize soktuğu sorunları ve artıları konuşmak gerek... Bunu bu takım başarılı olursa neden başarılı olduğu, başarısız olursa neden başarısız olunduğunu tespit edebilmiş olmak için yapmak gerek.
Üstelik bu takım Mustafa Denizli'nin takımından çok daha fazla ayrıntıya sahip, komplike işlerle uğraşan beceren/beceremeyen bir takım, konuşulması/yazılması daha anlamlı bu açıdan...
Sivasspor maçı...
Sivasspor maçı bize Beşiktaş'ın 10-11 sezonu genel görüntüsüyle ilgili son derece net bir fotoğraf verdi... Sahaya yukardaki temadaki gibi çıkan Beşiktaş'ı sorgulamaya kurgulanmaya çalışılan oyunu tarif ederek aşlamak lazım... Beşiktaş sezon başından beri esas amacını gol ve gollere kavuşmak üzerine kurmuş görünüyor. Bu basit çıkarımı geçen sene gol fakiri Beşiktaş'ın başına geçen her teknik direktörün bu eksikliği görerek hareket edeceği tahmininden yola çıkarak dahi yapmak kolay. Ancak mesele Beşiktaş'ın bunu nasıl yapmaya çalıştığını anlamaya çalışmak. Beşiktaş 4-2-3-1 veya 4-1-4-1 dizilişlerini bu amaç için kullandığını gördük. Q7'li, Guti'li, Bobo'lu kadroda öndeki isimler sağ ön dışında bu kurguyu uygulanabilir kılıyordu... Yine de Tabata geçen sezonun aksine daha fazla çaba harcıyor görününce sene başı itibarıyle Schuster'in arzu ettiği oyun sahaya yansıyor gibiydi... Ofansif oyunun gereği bekler kesinlikle çıkabilmeliydi, çıkışlarıyla oyunun açılabilmesine,rakip defansın direncinin kırılabilmesine yardımcı olmalıydılar...
Yani oyunun ofansif yönü gayet mantıklı Avrupa futbolu gereklerine uygundu. Ancak modern futbol gereği olan bu oyun anlayışı oyunun defansif tarafını daha fazla tartışılır hale getiriyor. Çünkü bu oyun anlayışında defans yapmak,oyun kurmak, rakibe direnmek, top ve oyun için mücadele etmek çok daha komplike,düşünülmesi gereken bir noktayı teşkile eder hale geliyordu.
2 önliberosu neredeyse çakılı duran , bekleri az çıkan, defansını kale önünde kuran geçmişin Beşiktaş'ı öndeki 4 ofansçıyı desteklemek için defansını orta sahaya yakın kurmalıydı.
ZİNCİRLEME TAKTİSEL GEREKLER VE SONUÇLARI...
Tüm bu genel tarif hem oyun anlayışını, hem o oyun anlayışının gereklerini hem de doğurduğu sonuçları ortaya koymak için gayet uygun... Çünkü beklerin ileri çıkması için ön kanatların o bekleri de düşünerek defansif gerekleri üstlenmeleri gerek...Bloklar arasında bir bütünlük sağlanmak isteniyorsa,rakibe boşluk bırakmadan oyunu rakip kaleye yıkmak isteniyorsa,daha fazla pozisyon üretmek isteniyorsa defansın ortasahaya yakın kurulması gerekiyor, bunun içinde herşeyden önce ön 4'lünün pres görevini yerine getirmeleri ve sonuçlanamayan pozisyonların devamında defansın yerini alabilmesi sağlanmalı... Eğer oyuna hakim olunmak isteniyorsa pas organizasyonunun iyi kurulması gerekir...Bunun için de oyun alanına iyi yayılmak,doğru koşular yapmak,o koşu yollarını yaratmak,yardımlaşmak ilk şartlar...
Beşiktaş'ın beklerinin hucüma çıkışı orta kalitelerinin yetersizliği ve top kullanma zaafiyetleri nedeniyle beklenen katkıyı yapmaktan uzak.
Ofansif oyun amaçlanarak konsantre olunan ön bölgede pas organizasyonunun yetersizliği,beklerin oyuna yapmaları beklenen katkıyı ofansif anlamda yapamamaları(orta kalitesi,top kullanma) önde kurulan defansı,rakipler adına bol bol boğluk bulunacak bir cennet haline getiriyor. Tek başına stopreleri yada önliberoları eleştirmek gülünç olmaktan başka bir hal almıyor bu yüzden. Çünkü biz bu insanlardan (Ferrari(roma,inter,genoa), Zapatocny( Seri A, Bursaspor şampiyonluğu), İbrahim Toraman, Ernst, Necip,Aurelio, Fink) tüm boşlukları doldurabilmelerini bekliyoruz.
Takımın geçen sezonlara oranla daha fazla efor sarfetmek zorunda kaldığı açık. Bu yardımlaşmayı,mücadele kalitesini de etkiliyor... Beşiktaş'ın yumuşamış olduğunu söyleyebilmemize sebebiyet veren de budur. Ayrıca bu noktalardaki zaaflar takımın pas trafiğini de etkiliyor,pas organizasyonu son derece kalitesiz bir takım izliyoruz bu yüzden.
Bütün bunları isim isim oyunculardan bahsederek de söylemek gerek çünkü oyunun teorik yanında yaşananların, pratiğe yansıması sayacağımızı isimler üzerinden oluyor...
Görünen o ki Guti,Quaresma,Bobo, Tabata gibi ismler pres becerisi ve devamlılığına sahip isimler değil, kadrodaki diğer isimlerden Nobre,Nihat,Holosko ön tarafta basan,top kapabilecek yada en azından rakibin çıkmasını engelleyebilcek oyuncular olarak önplana çıksa da genel olarak oynayan ilk 4'lü ofansif beceriler ve oyun zekalarıyla ilk tercih olmaları normal isimler... İş böyle olunca beklerin daha az çıkması doğru bir tercih olabilir. Ve önliberolardan birini daha çakılı oynatmak...
Ayrıca eğer pres becerisi,top kapma,rakibin oyun kurmasını engelleme,ileri çıkmasını engelleme becerileriniz zayıfsa daha fazla set hüzum kurması gerekn bir takım olabilirsiniz, yani daha fazla pas,garanti ayağa oynayan bir ortasaha, az pozisyon üreten ama gerisini açmayan bir takım...
Belki bu görüntü takımı daha az yorar ve enerjinin bir kısmını yardımlaşma ve orta alan mücadelesinde galibiyet oranının artması olarak da sahaya yansıyabilir.
Ancak ofansif verimin düşeceği bir gerçek.Bu dediğimiz oyun Mustafa Denizli'nin takımının daha fazla top kullananı,topla oynayanı olabilir. Schuster'in oyunu için gereken şey sanırım İsmail'i sol tarafa monte edebilmek ve sağ bek için Hilbert,Erhan,Ekrem isimlerinden daha güçlü,bek özelliklerine uygun ve çıkışları daha etkili bir isim bulabilmesi gerekiyor. Yine Tabata yada 4'lünün sağı da pres becerisi olan,dengeli oyun için yanında oynayan Guti,Q7 gibi isimlerden daha fazla defansif katkı da yapabilecek bir isim gerekiyor. Dolayısıyla bu mevkinin oyuncu kalitesini de eleştirmiş oluyorum.
Bobo,Fatih Tekke, Nobre santrfor listesinden ilk ikisi takım kalitesi gözönüne alınıyorsa tercih edilmeli,ancak şu an Nobre'nin Schuster'in esaslı oyuncularından olmasının tek sebebi başta saydığım ön taraftaki pres noksanlığının ve rakip defansa baskı gerekliliğinin yerine getirilmesi olduğu aşikar, ancak bu da skor zaafiyeti yaratıyor. Dolayısıyla Beşiktaş Schuster'le uzun düşünüyorsa bu mevkiyi de buna göre düzenlemeli...Guti,Q7,Bobo Beşiktaş'ın lüksleri olacak bu gerçek.Ancak diğer ofansif isimlerin varlığı bir takım noksanlarına katlanmayı gerektirecek kadar önemli mi bu da üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta...
Galatasaray'ın Rijkaard'la yaşadığı doku uyuşmazlığını,sahaya konulamayan oyunu sadece ve tak başına istenilen oyuncu kalitesine sahiip olunamaması üzerinden açıklamanın kolaylık olduğu gerçeği bir yana; KISA VADEDE TAKIMLARIN HEDEFLENEN OYUNLA,KADRODAKİ OYUNCULARIN YAPISINA UYAN OYUNU HARMANLAMASI GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM. BU SCHUSTER'İ OLDUKÇA ZORLAYACAK VE FUTBOL HAYATININ EN ZOR PROBLEMİDİR...
UZUN VADEDEYSE, TAKIMLAR HEDEFLENEN OYUNA EN YAKIN KADRO KURGUSUNA SAHİP OLMAK ADINA GEREKİRSE RADİKAL AMA ESASEN ŞART OLAN TRANSFER DEĞİŞİKLİKLERİNİ YAPMALILAR. Meseleyi daha az karmaşık, oyunu daha kolay analiz edilebilir yapacak olan da bu...
Beşiktaş'ta oyuna hükmetmek isteyen,ofansif anlayışı önplanda tutan,topla oynayan, yaratıcı tarafı yüksek bir takım isteyen bir teknik direktör ve taktiksel gereklilikleri kaldıramayacak oyuncular var... İstenen oyun komplike,makina nizamı istiyor. Porto gibi bir takım izlemek isteyen herkesin desteklemesi gereken bir oyun anlayışı ( Porto isminin geçirilmesi manidar çünkü oyunun bütün haline oynamayı becerebilen ve çok yüksek maddi güçle kurulmayan bir takım, futbolun gereklerini oyunun her iki tarafıyla da uygulayabilen bir takım) ... Ancak bu anlayışın getirdiği zaafiyetler malum, bu zaafiyetlerden bu kadar bahsetmemizin sebebi bu takımın Beşiktaş olmasıdır. Kadrosu,geçmişi şu an için isteneni uygulamasını engelleyen önemli sebebler çünkü...
Ancak eğer zaafiyetler iyi tesbit edilebilirse,oyun anlayışı ''YAMALANABİLİR''...
Belki bu yazı genel görüntüyü toparlamak ve Beşiktaş'la ilgili düşünceleri bu satırlarla sabitlemek adına önemlidir...
Öncelikle şunu söylemek gerek bu takım 20 resmi maç yaptı Ekim ayını geride bıraktığımız şu an itibarıyle...Ligde 10 maç, 5 galibiyet, 4 mağlubiyet, 1 beraberlik ,Türkiye liginde 1 galibiyet, Avrupa arenasında da 1 beraberlik ve 1 mağlubiyet 7 galibiyet alındı. Tüm bu istatsik bilgiler Türkiye'de her teknik direktörü terletir. Üstüne de sahada istenen oyun bir türlü oynanamıyor,üstelikde çok garip bir şekilde başlangıçta oynanmak istenen oyuna daha yakınken,her hafta biraz daha uzaklaşılıoyorsa işlerin zorlaşıyor olması ayrı bir anlam da kazanır.
Schuster başarısız olabilir. Beşiktaş ''yıldız kadronun başarısızlığı'' klişesine katılabilir, klişeseverlerin beklentisine uygun olarak...
Bütün bu son derece genel toparlamadan sonra bugün gelinen noktada son bir ayda 1 galibiyet alan 4 mağlubiyet,1 beraberlikle sahadan başı önde ayrılan takımın gözlerimize soktuğu sorunları ve artıları konuşmak gerek... Bunu bu takım başarılı olursa neden başarılı olduğu, başarısız olursa neden başarısız olunduğunu tespit edebilmiş olmak için yapmak gerek.
Üstelik bu takım Mustafa Denizli'nin takımından çok daha fazla ayrıntıya sahip, komplike işlerle uğraşan beceren/beceremeyen bir takım, konuşulması/yazılması daha anlamlı bu açıdan...
Sivasspor maçı...
Sivasspor maçı bize Beşiktaş'ın 10-11 sezonu genel görüntüsüyle ilgili son derece net bir fotoğraf verdi... Sahaya yukardaki temadaki gibi çıkan Beşiktaş'ı sorgulamaya kurgulanmaya çalışılan oyunu tarif ederek aşlamak lazım... Beşiktaş sezon başından beri esas amacını gol ve gollere kavuşmak üzerine kurmuş görünüyor. Bu basit çıkarımı geçen sene gol fakiri Beşiktaş'ın başına geçen her teknik direktörün bu eksikliği görerek hareket edeceği tahmininden yola çıkarak dahi yapmak kolay. Ancak mesele Beşiktaş'ın bunu nasıl yapmaya çalıştığını anlamaya çalışmak. Beşiktaş 4-2-3-1 veya 4-1-4-1 dizilişlerini bu amaç için kullandığını gördük. Q7'li, Guti'li, Bobo'lu kadroda öndeki isimler sağ ön dışında bu kurguyu uygulanabilir kılıyordu... Yine de Tabata geçen sezonun aksine daha fazla çaba harcıyor görününce sene başı itibarıyle Schuster'in arzu ettiği oyun sahaya yansıyor gibiydi... Ofansif oyunun gereği bekler kesinlikle çıkabilmeliydi, çıkışlarıyla oyunun açılabilmesine,rakip defansın direncinin kırılabilmesine yardımcı olmalıydılar...
Yani oyunun ofansif yönü gayet mantıklı Avrupa futbolu gereklerine uygundu. Ancak modern futbol gereği olan bu oyun anlayışı oyunun defansif tarafını daha fazla tartışılır hale getiriyor. Çünkü bu oyun anlayışında defans yapmak,oyun kurmak, rakibe direnmek, top ve oyun için mücadele etmek çok daha komplike,düşünülmesi gereken bir noktayı teşkile eder hale geliyordu.
2 önliberosu neredeyse çakılı duran , bekleri az çıkan, defansını kale önünde kuran geçmişin Beşiktaş'ı öndeki 4 ofansçıyı desteklemek için defansını orta sahaya yakın kurmalıydı.
ZİNCİRLEME TAKTİSEL GEREKLER VE SONUÇLARI...
Tüm bu genel tarif hem oyun anlayışını, hem o oyun anlayışının gereklerini hem de doğurduğu sonuçları ortaya koymak için gayet uygun... Çünkü beklerin ileri çıkması için ön kanatların o bekleri de düşünerek defansif gerekleri üstlenmeleri gerek...Bloklar arasında bir bütünlük sağlanmak isteniyorsa,rakibe boşluk bırakmadan oyunu rakip kaleye yıkmak isteniyorsa,daha fazla pozisyon üretmek isteniyorsa defansın ortasahaya yakın kurulması gerekiyor, bunun içinde herşeyden önce ön 4'lünün pres görevini yerine getirmeleri ve sonuçlanamayan pozisyonların devamında defansın yerini alabilmesi sağlanmalı... Eğer oyuna hakim olunmak isteniyorsa pas organizasyonunun iyi kurulması gerekir...Bunun için de oyun alanına iyi yayılmak,doğru koşular yapmak,o koşu yollarını yaratmak,yardımlaşmak ilk şartlar...
Beşiktaş'ın beklerinin hucüma çıkışı orta kalitelerinin yetersizliği ve top kullanma zaafiyetleri nedeniyle beklenen katkıyı yapmaktan uzak.
Ofansif oyun amaçlanarak konsantre olunan ön bölgede pas organizasyonunun yetersizliği,beklerin oyuna yapmaları beklenen katkıyı ofansif anlamda yapamamaları(orta kalitesi,top kullanma) önde kurulan defansı,rakipler adına bol bol boğluk bulunacak bir cennet haline getiriyor. Tek başına stopreleri yada önliberoları eleştirmek gülünç olmaktan başka bir hal almıyor bu yüzden. Çünkü biz bu insanlardan (Ferrari(roma,inter,genoa), Zapatocny( Seri A, Bursaspor şampiyonluğu), İbrahim Toraman, Ernst, Necip,Aurelio, Fink) tüm boşlukları doldurabilmelerini bekliyoruz.
Takımın geçen sezonlara oranla daha fazla efor sarfetmek zorunda kaldığı açık. Bu yardımlaşmayı,mücadele kalitesini de etkiliyor... Beşiktaş'ın yumuşamış olduğunu söyleyebilmemize sebebiyet veren de budur. Ayrıca bu noktalardaki zaaflar takımın pas trafiğini de etkiliyor,pas organizasyonu son derece kalitesiz bir takım izliyoruz bu yüzden.
Bütün bunları isim isim oyunculardan bahsederek de söylemek gerek çünkü oyunun teorik yanında yaşananların, pratiğe yansıması sayacağımızı isimler üzerinden oluyor...
Görünen o ki Guti,Quaresma,Bobo, Tabata gibi ismler pres becerisi ve devamlılığına sahip isimler değil, kadrodaki diğer isimlerden Nobre,Nihat,Holosko ön tarafta basan,top kapabilecek yada en azından rakibin çıkmasını engelleyebilcek oyuncular olarak önplana çıksa da genel olarak oynayan ilk 4'lü ofansif beceriler ve oyun zekalarıyla ilk tercih olmaları normal isimler... İş böyle olunca beklerin daha az çıkması doğru bir tercih olabilir. Ve önliberolardan birini daha çakılı oynatmak...
Ayrıca eğer pres becerisi,top kapma,rakibin oyun kurmasını engelleme,ileri çıkmasını engelleme becerileriniz zayıfsa daha fazla set hüzum kurması gerekn bir takım olabilirsiniz, yani daha fazla pas,garanti ayağa oynayan bir ortasaha, az pozisyon üreten ama gerisini açmayan bir takım...
Belki bu görüntü takımı daha az yorar ve enerjinin bir kısmını yardımlaşma ve orta alan mücadelesinde galibiyet oranının artması olarak da sahaya yansıyabilir.
Ancak ofansif verimin düşeceği bir gerçek.Bu dediğimiz oyun Mustafa Denizli'nin takımının daha fazla top kullananı,topla oynayanı olabilir. Schuster'in oyunu için gereken şey sanırım İsmail'i sol tarafa monte edebilmek ve sağ bek için Hilbert,Erhan,Ekrem isimlerinden daha güçlü,bek özelliklerine uygun ve çıkışları daha etkili bir isim bulabilmesi gerekiyor. Yine Tabata yada 4'lünün sağı da pres becerisi olan,dengeli oyun için yanında oynayan Guti,Q7 gibi isimlerden daha fazla defansif katkı da yapabilecek bir isim gerekiyor. Dolayısıyla bu mevkinin oyuncu kalitesini de eleştirmiş oluyorum.
Bobo,Fatih Tekke, Nobre santrfor listesinden ilk ikisi takım kalitesi gözönüne alınıyorsa tercih edilmeli,ancak şu an Nobre'nin Schuster'in esaslı oyuncularından olmasının tek sebebi başta saydığım ön taraftaki pres noksanlığının ve rakip defansa baskı gerekliliğinin yerine getirilmesi olduğu aşikar, ancak bu da skor zaafiyeti yaratıyor. Dolayısıyla Beşiktaş Schuster'le uzun düşünüyorsa bu mevkiyi de buna göre düzenlemeli...Guti,Q7,Bobo Beşiktaş'ın lüksleri olacak bu gerçek.Ancak diğer ofansif isimlerin varlığı bir takım noksanlarına katlanmayı gerektirecek kadar önemli mi bu da üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta...
Galatasaray'ın Rijkaard'la yaşadığı doku uyuşmazlığını,sahaya konulamayan oyunu sadece ve tak başına istenilen oyuncu kalitesine sahiip olunamaması üzerinden açıklamanın kolaylık olduğu gerçeği bir yana; KISA VADEDE TAKIMLARIN HEDEFLENEN OYUNLA,KADRODAKİ OYUNCULARIN YAPISINA UYAN OYUNU HARMANLAMASI GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM. BU SCHUSTER'İ OLDUKÇA ZORLAYACAK VE FUTBOL HAYATININ EN ZOR PROBLEMİDİR...
UZUN VADEDEYSE, TAKIMLAR HEDEFLENEN OYUNA EN YAKIN KADRO KURGUSUNA SAHİP OLMAK ADINA GEREKİRSE RADİKAL AMA ESASEN ŞART OLAN TRANSFER DEĞİŞİKLİKLERİNİ YAPMALILAR. Meseleyi daha az karmaşık, oyunu daha kolay analiz edilebilir yapacak olan da bu...
Beşiktaş'ta oyuna hükmetmek isteyen,ofansif anlayışı önplanda tutan,topla oynayan, yaratıcı tarafı yüksek bir takım isteyen bir teknik direktör ve taktiksel gereklilikleri kaldıramayacak oyuncular var... İstenen oyun komplike,makina nizamı istiyor. Porto gibi bir takım izlemek isteyen herkesin desteklemesi gereken bir oyun anlayışı ( Porto isminin geçirilmesi manidar çünkü oyunun bütün haline oynamayı becerebilen ve çok yüksek maddi güçle kurulmayan bir takım, futbolun gereklerini oyunun her iki tarafıyla da uygulayabilen bir takım) ... Ancak bu anlayışın getirdiği zaafiyetler malum, bu zaafiyetlerden bu kadar bahsetmemizin sebebi bu takımın Beşiktaş olmasıdır. Kadrosu,geçmişi şu an için isteneni uygulamasını engelleyen önemli sebebler çünkü...
Ancak eğer zaafiyetler iyi tesbit edilebilirse,oyun anlayışı ''YAMALANABİLİR''...
Belki bu yazı genel görüntüyü toparlamak ve Beşiktaş'la ilgili düşünceleri bu satırlarla sabitlemek adına önemlidir...
16 Mayıs 2010 Pazar
BEYİN JİMNASTİĞİ : SONER YALÇIN - Kaset Komplosunu Kim Hazırladı
Kaset komplosunu kim hazırladı
Geçen haftanın gündeminde, Baykal’a kaset komplosu, Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in enerji antlaşmaları için gelmesi ve Anayasa değişiklik paketini Cumhurbaşkanı Gül’ün onaylamasıyla yüksek mahkeme yolunun açılması vardı.
Peki, dünyanın gündeminde ne vardı? İşte bu soruyu bilenler, Türkiye gündemindeki bu üç olayın aslında nasıl birbiriyle ilgili olduğunu hemen kavrar. Nasıl mı?
ÖNCE bazı sorularım var:
Hangi ülkelerin petrol rezervi ne kadar:
· Suudi Arabistan yüzde 21
· İran 11.2
· Irak 9.3
· Kuveyt 8.2
· Birleşik Arap Emirlikleri 7.9
· Venezüella 7.0
· Rusya 6.4
Hangi ülkeler yılda ne kadar petrol tüketiyor:
· ABD yüzde 23.9
· Çin 9.3
· Japonya 5.8
· Hindistan 3.3
· Rusya 3.2
· Almanya 2.8
· G. Kore 2.7
· Fransa 2.3
Bir sorum daha var...
Hangi ülkelerin gaz rezervi ne kadar:
· Rusya yüzde 25.2
· İran 15.7
· Katar 14.4
· Suudi Arabistan 4.0
· Birleşik Arap Emirlikleri 3.4
· ABD 3.3
· Nijerya 3.0...
Hangi ülkeler yılda ne kadar gaz tüketiyor:
· ABD yüzde 22.6
· Rusya 15.0
· İran 3.8
· Kanada 3.2
· Japonya 3.1
· Almanya 2.8
· İtalya 2.7
· Çin 2.3...
Hangi ülkenin ne kadar üretip ne kadar tükettiğini analiz edemeyenler, bugün, ne Türkiye’deki ne de dünyadaki siyasal olayları değerlendirebilir.
Bir ülke için enerji hayattır, ekonomik olarak büyümedir, kalkınmadır ve bağımsızlıktır.
Osmanlı Devleti bunu bilmediği için enerji deposu bölgelerini avucunun içinden İngilizlere kaptırdı.
Diyeceksiniz ki, “Hadi bu tablolara bakınca Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in gelişini, enerji antlaşması yaptığını vs. anladık da, Baykal’a kaset komplosuyla bu enerji rakamlarının ne ilgisi var, onu anlayamadık?”
Bekleyiniz biraz...
Bu para niye harcanıyor
Berlin Duvarı’nın yıkılıp Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, dünya tekrar 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında başlayıp I’inci ve II’nci Dünya Savaşı’yla süren eski kanlı paylaşım dönemine girdi.
Bugün dünyada küresel güç dengeleri enerji paylaşımı nedeniyle yeniden kuruluyor.
Meselenin bizi ilgilendiren bölümü ise şudur:
Türkiye, dünya petrol rezervinin toplam yüzde 61’inin bulunduğu Ortadoğu’dadır.
Türkiye, gaz rezervinin toplam yüzde 66.5’inin bulunduğu Rusya ile Ortadoğu’nun hemen yanı başındadır.
Bugün hep sorudan gidelim:
Bu enerji kaynakları üzerinde en çok kim denetim kurmaya çalışıyor?
Yanıt basit, en az üretip en çok tüketen, yani enerjiye en çok ihtiyacı olan ABD!
ABD enerji alanlarındaki açıklarını iyi niyet mesajları, güler yüzlü diplomasiyle mi kapatıyor-gideriyor? Tabii ki hayır.
O halde bunu nasıl sağlıyor?
Silahla! Ya korkutarak ya da gerektiği zaman Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi müdahale ederek.
“Dünya jandarmalığı” da öyle kolay değil, çok para istiyor.
Bu nedenle:
ABD’nin askeri harcamaları dünya toplamı içinde 41.5’tir (607 milyar dolar). İkinci Çin’in 5.8, üçüncü Fransa’nın 4.5, dördüncü İngiltere’nin 4.5, beşinci Rusya’nın 4.0, altıncı Almanya’nın 3.2, yedinci Japonya’nın 3.2, sekizinci İtalya’nın 2.8, dokuzuncu S. Arabistan’ın 2.6, onuncu Hindistan’ın 2.1’dir.
ABD’nin 60 ülkede 800 askeri üssü var.
1999-2009 yılları arasında ABD askeri harcamaları yüzde 66.7 arttı.
Yani rakamların dili diyor ki, ABD silahını gösterip korkutarak enerji ihtiyacını gidermeye çalışıyor.
Ancak sıkıntıları var.
Birincisi...
ABD’nin bu ağır silah harcamasının altından kalkacak ekonomik gücü giderek tükeniyor. 1980 başındaki Başkan Reagan döneminde öne çıkan finansal piyasalar ve serbest piyasa ekonomisi 2008 finans kriziyle çöküyor.
ABD çöküşü, yıllardır karşı çıktığı kamulaştırma yaparak önlemeye çalışıyor. Devletleştirmenin faturası sadece geçen yıl 850 milyar dolar! Neyse, sizi rakamlara boğmayayım.
Demem o ki, ABD on yıl önceki ABD değil, hızla yoksullaşıyor.
Bu nedenle askeri müdahaleleri biraz müttefiklerinin üzerine yıkmaya çalışıyor.
Bunlardan biri Türkiye...
ABD, aynı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi kendine gözü kapalı biat edecek bir Türkiye istiyor.
Nasıl istediğinde, Kore’ye hemen asker gönderdi ise yine talep ettiğinde Mehmetçik’i cepheye sürmesini istiyor.
“Netekim” istedi.
Ancak Irak Savaşı öncesi 1 Mart 2003 Tezkeresi TBMM’den geçmedi.
İşte bu tarih Türkiye için bir kırılma noktası oldu.
ABD çok kızdı. Suçlu aramaya başladı. Olağan suçlular şunlardı:
a- TSK
b- CHP, MHP gibi bazı partiler
c- AKP içindeki bir grup (ki bunlar 2007 seçimlerinde milletvekili yapılmadı)
d- Atatürkçü Düşünce Derneği gibi bazı sivil toplum kuruluşları, üniversiteler
e- Hepsi
Yanıtını biliyorsunuz, “e” şıkkı.
Evet, yavaş yavaş kaset komplosuna geliyoruz...
ABD çok kızdı
ABD 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmemesine “haklı” olarak kızdı!
Çünkü adamlar, Saddam’a karşı yapacakları askeri müdahaleye destek vermeyeceğini açıklayan Başbakan Bülent Ecevit’i bu nedenle düşürmüşlerdi.
Sandılar ki, yeni iktidar isteklerini kayıtsız yerine getirecek.
Aksilik. Olmamıştı. Üstelik...
Türkiye kamuoyunda ABD karşıtı sert bir hava oluşmuştu.
Toplumsal muhalefet örgütlenmeye başlamış, milyonlarca kişinin katıldığı mitingler organize edilmişti. “Ilımlı İslam” dayatması bu muhalefeti daha da büyütmüş, güçlendirmişti.
ABD, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun tam ortasındaki Türkiye’yi kaybedemezdi.
O halde ne yapılacaktı?
Türkiye’yi Soğuk Savaş’ın başlangıcında yaptığı gibi yeniden “kurgulayacaktı”.
Yani muhalif herkes susturulacaktı.
Siyasi parti genel başkanları, üniversite sahipleri, rektörler, dekanlar, öğretim üyeleri, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı gibi sivil toplum kuruluşları, gazeteciler, medya sahipleri, işadamları ve askerler gibi tüm muhalifler susturulacaktı.
Bunu yaparken, dünya kamuoyunu ikna etmek için Rahip Santoro, Hrant Dink gibi suikastlardan, darbe söylentilerinden yararlanılacaktı.
New York neolibarellerinin “papağanı” Türkiye’deki liberallerin, cemaatlerin, yeni kurdurduğu gazetelerin ve TV’lerin desteğini alacaktı.
Ve büyük oyun tezgâha kondu.
Türkiye tarihinin en büyük cadı avı başlatıldı.
Cezaevine tıkılan, susturulan herkesin ortak noktası, ABD politikalarına karşı olmalarıydı.
Bir adam
Bu toz bulutunun arasından bir adam çıktı.
“İnanmıyorum” dedi.
Darbeye, Ergenekon’a, Balyoz’a, Kafes’e, tertip planlarına “İnanmıyorum” dedi.
Bağımsızlıktan, demokrasiden, laiklikten, cumhuriyetten ödün vermeyeceklerini açıkladı.
Hep adalete güvendiğini söyledi.
Ulus-devletlerin bağımsız müdahale olanaklarını kısıtlayan neoliberal politikalara sırtını döndü. Rant ekonomisine dönüştürülen özelleştirmelere karşı hukuk mücadelesi başlattı.
Gerginlikler çıkaracağı belli olan ve Türkiye’yi içe döndürüp istikrarsızlaştıracak her dayatmaya yılmadan karşı çıktı.
1990’lı yıllarda Ruanda’da 800 bin Tutsi’nin, Bosna’da 325 bin insanın soykırıma uğramasını seyredenlerin, gündeme getirmeye çalıştıkları “Ermeni soykırımı” iddialarını elinin tersiyle itekledi.
Çekoslovakya’nın, Yugoslavya’nın bölünmesini alkışlayanların, Kıbrıs’ın bölünmesine şiddetle karşı çıkmalarındaki ikiyüzlülüğü suratlarına vurdu. Kıbrıs’ın, Azerbaycan’ın yanında durdu.
ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Büyük Ortadoğu Projesi’yle 22 ülkenin haritasını değiştirmeyi hedeflediklerini söylediğinde, Türkiye’nin bir karış toprağını vermeyeceklerini haykırdı.
Kürt sorununu Şeyh Barzani’ye havale edenlere tepki gösterdi.
“Sizin en büyük ihraç kaleminiz Mehmetçik” deyip kapalı kapılar ardından hükümete milyar dolarlar vermeyi teklif edenlerin oyununu bozdu.
Türkiye’nin Ortadoğu’da kanlı tezgâhlar içine çekilmesini isteyen Batılı diplomatlara randevu bile vermedi. Bağımsızlıkçı bir dış politikadan yana oldu.
Toplumda yaratılmaya çalışılan korkunun üzerine gitti.
Hukuk rejimini değiştirmeyi amaçlayan Anayasa değişikliklerine karşı çıktı.
Muhalefeti tekrar toplayıp CHP’yi iktidara aday parti yaptı.
Ve fakat...
Düşman hiç beklemediği bir yerden vurdu.
Şimdi siz hâlâ soruyor musunuz?
Deniz Baykal’a bu hain pusuyu kimlerin kurduğunu?
Cadı avı sürüyor...
KEMAL KILIÇDAROĞLU KAMİL KIRIKOĞLU’NU TANIYOR MU?
CHP kongresi kimi genel başkanlığa getirecek?
Siyasi spekülasyonlar kongreye kadar sürecek mi?
Bunu önleyecek tek isim var: Deniz Baykal.
Ancak.
Benim yazmak istediğim konu bu değil.
Sizi yıllar öncesine, 1971’e götürmek istiyorum.
12 Mart’ta darbe yapıldı. Başbakan Demirel istifa etti.
CHP’den istifa eden Nihat Erim başbakanlığa atandı.
CHP lideri İsmet İnönü, MİT Müsteşarı Fuat Doğu’yla görüştükten sonra hükümeti destekleme kararı aldı.
Bunu öğrenen Bülent Ecevit genel sekreterlik görevinden istifa etti. Siyasi hayatının artık bittiğini düşünüyordu.
Bülent Ecevit’i o ruh halinden çıkarıp, umutsuzluktan çıkarıp CHP Genel Başkanlığı’na oturtan bir isim vardı: Kamil Kırıkoğlu...
Kırıkoğlu kimdi?
1914 Adıyaman doğumluydu.
Babası alay müftüsü Şevki Hoca’ydı.
Annesi Emine Hanım’ı genç yaşında veremden kaybetti.
Malatya’da, Bursa Askeri Işıklar Lisesi’nde yatılı okudu.
Tıbbiye’yi seçti. Askeri doktor oldu.
Öğrenciliği sırasında bir kızı sevdi, nişanlandı.
Fakat kız kalp hastasıydı, kriz geçirdi, yatağa bağlı yaşamaya başladı. Yine de aşkını öyle bırakmadı, evlendi. Eşini nikâhtan bir gün sonra kaybetti.
Acısını kendini mesleğine vererek gidermeye çalıştı.
Bir arkadaşının verdiği, İtalyan yazar İgnazio Silone’nun yazdığı, çevirisini Sabahattin Ali’nin yaptığı “Fontamara” adlı kitap hayatının değiştirdi.
Mesleki kitaplar yanında siyasi eserler de okumaya başladı.
Bir vali kızı olan, iki çocuk annesi Belkıs Hanım’la evlendi.
Binbaşı iken ordudan ayrıldı.
Siyasete atıldı. 1954’te CHP Malatya Milletvekili oldu.
İsmet İnönü’yle ilk tanışmalarında söze, “Paşam takdir buyurursunuz ki, Türkiye’de sınıf partileri olmadığı için” diye başlayınca İnönü, “Anlamadım ne dediniz” diye hışımla sorunca Kırıkoğlu CHP’nin nasıl bir parti olduğunu anladı.
Ama solculuğu hiç bırakmadı.
“Ortanın Solu” kavramını CHP’ye kabul ettiren isimlerin başında geldi.
Ecevit’le tanışması
Kamil Kırıkoğlu ile Bülent Ecevit CHP’nin yayın organı Ulus Gazetesi’nde tanıştılar. 1950’lerde başlayan ilişkileri yıllar içinde güçlendi.
Ve gün geldi Kırıkoğlu, Bülent Ecevit’i İsmet Paşa’nın karşısına rakip çıkardı.
Yıl 1971.
Genel sekreterlikten ayrılan Ecevit, İsmet Paşa’nın karşısına çıkmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu. Tek düşüncesi vardı. Parti kurmak: “Çalışanlar Partisi”.
Kırıkoğlu bu umutsuz havayı dağıtacaktı.
O da en az İsmet Paşa kadar usta bir politikacıydı.
Kişilerin değil fikrin peşindeydi.
Bu nedenle kendisinin genel başkan, Ecevit’in ise genel sekreter olması tekliflerine karşı çıktı. Lider ağırlıklı partilerin çağın gerisinde kalacağını düşünüyordu.
“Partiyi; bir şef partisi, partililerin emir kulu robotları olmak bahtsızlığından kurtarmak için sonuna kadar direneceğiz. Genel başkanın tüzük dışı isteklerine hep ‘Hayır’ dedim. İnönü’ye saygı onun yetkilerine saygı demektir, bunun ötesi ortaçağ köleliği, mürailik, dalkavukluktur. Bu partinin şahıs partisi olmayacağını herkesin bilmesi zamanı gelmiştir.”
Kazanacağından hiç umudu olmayan Ecevit’i de ikna edip İsmet Paşa’nın karşısına çıkardı.
Değişimin zaferi
Kamil Kırıkoğlu CHP’de büyük bir değişim olsun istiyordu.
CHP “Ortanın Solu”nda değil “Demokratik Sol” bir parti olsun istiyordu.
“NATO’nun dışında milli bir askeri strateji ve ulusal çıkarlarımıza uygun bağımsız bir politika inşa etmeliyiz. CHP, ABD ile ilişkilerinde NATO ittifakı sınırları dışına çıkan ikili antlaşmaların tasfiyesini açık bir amaç olarak saptamak zorundadır. Bu ulusal bağımsızlığımızın vazgeçilmez bir koşuludur. Geçmişte izlenen tereddütlü, belirsiz tutumun sürdürülmesi halinde, belli bir dış konjonktürün CHP’yi bu konuda tutucu partilerin gerisine düşürmesi imkân dahilindedir.”
Kamil Kırıkoğlu CHP’de değişimin, derlenip toparlanmanın, halkla bütünleşmenin öncü isimlerinden biriydi.
CHP’deki “göbekçi takımı” onlara “baldırı çıplaklar” diyordu.
Ve o baldırı çıplaklar...
14 Mayıs 1972’de Bülent Ecevit’i CHP Genel Başkanlığı’na taşıdılar.
En önemli rolü kuşkusuz Kamil Kırıkoğlu oynadı.
Sonra...
Türkiye siyasetinde hep yaşanılan bir olay gerçekleşti, Kırıkoğlu CHP’den uzaklaştırıldı!
Kısa bir süre sonra da 28 Kasım 1979’da öldü.
Bugün CHP’de onu tanıyan Kemal Anadol’dan Ali Topuz’a kime sorsanız size aynı yanıtı verir: Adam gibi adamdı.
Kamil Kırıkoğlu, “Kişiler kendi kültürleri, becerileri ve kişiliklerine uygun görev üstlenmedikleri sürece, gerçek kimliklerini ortaya koyamazlar” derdi hep.
Kemal Kılıçdaroğlu, Kamil Kırıkoğlu’nu tanıdı mı acaba?
Keşke tanısaydı...
Geçen haftanın gündeminde, Baykal’a kaset komplosu, Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in enerji antlaşmaları için gelmesi ve Anayasa değişiklik paketini Cumhurbaşkanı Gül’ün onaylamasıyla yüksek mahkeme yolunun açılması vardı.
Peki, dünyanın gündeminde ne vardı? İşte bu soruyu bilenler, Türkiye gündemindeki bu üç olayın aslında nasıl birbiriyle ilgili olduğunu hemen kavrar. Nasıl mı?
ÖNCE bazı sorularım var:
Hangi ülkelerin petrol rezervi ne kadar:
· Suudi Arabistan yüzde 21
· İran 11.2
· Irak 9.3
· Kuveyt 8.2
· Birleşik Arap Emirlikleri 7.9
· Venezüella 7.0
· Rusya 6.4
Hangi ülkeler yılda ne kadar petrol tüketiyor:
· ABD yüzde 23.9
· Çin 9.3
· Japonya 5.8
· Hindistan 3.3
· Rusya 3.2
· Almanya 2.8
· G. Kore 2.7
· Fransa 2.3
Bir sorum daha var...
Hangi ülkelerin gaz rezervi ne kadar:
· Rusya yüzde 25.2
· İran 15.7
· Katar 14.4
· Suudi Arabistan 4.0
· Birleşik Arap Emirlikleri 3.4
· ABD 3.3
· Nijerya 3.0...
Hangi ülkeler yılda ne kadar gaz tüketiyor:
· ABD yüzde 22.6
· Rusya 15.0
· İran 3.8
· Kanada 3.2
· Japonya 3.1
· Almanya 2.8
· İtalya 2.7
· Çin 2.3...
Hangi ülkenin ne kadar üretip ne kadar tükettiğini analiz edemeyenler, bugün, ne Türkiye’deki ne de dünyadaki siyasal olayları değerlendirebilir.
Bir ülke için enerji hayattır, ekonomik olarak büyümedir, kalkınmadır ve bağımsızlıktır.
Osmanlı Devleti bunu bilmediği için enerji deposu bölgelerini avucunun içinden İngilizlere kaptırdı.
Diyeceksiniz ki, “Hadi bu tablolara bakınca Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in gelişini, enerji antlaşması yaptığını vs. anladık da, Baykal’a kaset komplosuyla bu enerji rakamlarının ne ilgisi var, onu anlayamadık?”
Bekleyiniz biraz...
Bu para niye harcanıyor
Berlin Duvarı’nın yıkılıp Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, dünya tekrar 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında başlayıp I’inci ve II’nci Dünya Savaşı’yla süren eski kanlı paylaşım dönemine girdi.
Bugün dünyada küresel güç dengeleri enerji paylaşımı nedeniyle yeniden kuruluyor.
Meselenin bizi ilgilendiren bölümü ise şudur:
Türkiye, dünya petrol rezervinin toplam yüzde 61’inin bulunduğu Ortadoğu’dadır.
Türkiye, gaz rezervinin toplam yüzde 66.5’inin bulunduğu Rusya ile Ortadoğu’nun hemen yanı başındadır.
Bugün hep sorudan gidelim:
Bu enerji kaynakları üzerinde en çok kim denetim kurmaya çalışıyor?
Yanıt basit, en az üretip en çok tüketen, yani enerjiye en çok ihtiyacı olan ABD!
ABD enerji alanlarındaki açıklarını iyi niyet mesajları, güler yüzlü diplomasiyle mi kapatıyor-gideriyor? Tabii ki hayır.
O halde bunu nasıl sağlıyor?
Silahla! Ya korkutarak ya da gerektiği zaman Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi müdahale ederek.
“Dünya jandarmalığı” da öyle kolay değil, çok para istiyor.
Bu nedenle:
ABD’nin askeri harcamaları dünya toplamı içinde 41.5’tir (607 milyar dolar). İkinci Çin’in 5.8, üçüncü Fransa’nın 4.5, dördüncü İngiltere’nin 4.5, beşinci Rusya’nın 4.0, altıncı Almanya’nın 3.2, yedinci Japonya’nın 3.2, sekizinci İtalya’nın 2.8, dokuzuncu S. Arabistan’ın 2.6, onuncu Hindistan’ın 2.1’dir.
ABD’nin 60 ülkede 800 askeri üssü var.
1999-2009 yılları arasında ABD askeri harcamaları yüzde 66.7 arttı.
Yani rakamların dili diyor ki, ABD silahını gösterip korkutarak enerji ihtiyacını gidermeye çalışıyor.
Ancak sıkıntıları var.
Birincisi...
ABD’nin bu ağır silah harcamasının altından kalkacak ekonomik gücü giderek tükeniyor. 1980 başındaki Başkan Reagan döneminde öne çıkan finansal piyasalar ve serbest piyasa ekonomisi 2008 finans kriziyle çöküyor.
ABD çöküşü, yıllardır karşı çıktığı kamulaştırma yaparak önlemeye çalışıyor. Devletleştirmenin faturası sadece geçen yıl 850 milyar dolar! Neyse, sizi rakamlara boğmayayım.
Demem o ki, ABD on yıl önceki ABD değil, hızla yoksullaşıyor.
Bu nedenle askeri müdahaleleri biraz müttefiklerinin üzerine yıkmaya çalışıyor.
Bunlardan biri Türkiye...
ABD, aynı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi kendine gözü kapalı biat edecek bir Türkiye istiyor.
Nasıl istediğinde, Kore’ye hemen asker gönderdi ise yine talep ettiğinde Mehmetçik’i cepheye sürmesini istiyor.
“Netekim” istedi.
Ancak Irak Savaşı öncesi 1 Mart 2003 Tezkeresi TBMM’den geçmedi.
İşte bu tarih Türkiye için bir kırılma noktası oldu.
ABD çok kızdı. Suçlu aramaya başladı. Olağan suçlular şunlardı:
a- TSK
b- CHP, MHP gibi bazı partiler
c- AKP içindeki bir grup (ki bunlar 2007 seçimlerinde milletvekili yapılmadı)
d- Atatürkçü Düşünce Derneği gibi bazı sivil toplum kuruluşları, üniversiteler
e- Hepsi
Yanıtını biliyorsunuz, “e” şıkkı.
Evet, yavaş yavaş kaset komplosuna geliyoruz...
ABD çok kızdı
ABD 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmemesine “haklı” olarak kızdı!
Çünkü adamlar, Saddam’a karşı yapacakları askeri müdahaleye destek vermeyeceğini açıklayan Başbakan Bülent Ecevit’i bu nedenle düşürmüşlerdi.
Sandılar ki, yeni iktidar isteklerini kayıtsız yerine getirecek.
Aksilik. Olmamıştı. Üstelik...
Türkiye kamuoyunda ABD karşıtı sert bir hava oluşmuştu.
Toplumsal muhalefet örgütlenmeye başlamış, milyonlarca kişinin katıldığı mitingler organize edilmişti. “Ilımlı İslam” dayatması bu muhalefeti daha da büyütmüş, güçlendirmişti.
ABD, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun tam ortasındaki Türkiye’yi kaybedemezdi.
O halde ne yapılacaktı?
Türkiye’yi Soğuk Savaş’ın başlangıcında yaptığı gibi yeniden “kurgulayacaktı”.
Yani muhalif herkes susturulacaktı.
Siyasi parti genel başkanları, üniversite sahipleri, rektörler, dekanlar, öğretim üyeleri, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı gibi sivil toplum kuruluşları, gazeteciler, medya sahipleri, işadamları ve askerler gibi tüm muhalifler susturulacaktı.
Bunu yaparken, dünya kamuoyunu ikna etmek için Rahip Santoro, Hrant Dink gibi suikastlardan, darbe söylentilerinden yararlanılacaktı.
New York neolibarellerinin “papağanı” Türkiye’deki liberallerin, cemaatlerin, yeni kurdurduğu gazetelerin ve TV’lerin desteğini alacaktı.
Ve büyük oyun tezgâha kondu.
Türkiye tarihinin en büyük cadı avı başlatıldı.
Cezaevine tıkılan, susturulan herkesin ortak noktası, ABD politikalarına karşı olmalarıydı.
Bir adam
Bu toz bulutunun arasından bir adam çıktı.
“İnanmıyorum” dedi.
Darbeye, Ergenekon’a, Balyoz’a, Kafes’e, tertip planlarına “İnanmıyorum” dedi.
Bağımsızlıktan, demokrasiden, laiklikten, cumhuriyetten ödün vermeyeceklerini açıkladı.
Hep adalete güvendiğini söyledi.
Ulus-devletlerin bağımsız müdahale olanaklarını kısıtlayan neoliberal politikalara sırtını döndü. Rant ekonomisine dönüştürülen özelleştirmelere karşı hukuk mücadelesi başlattı.
Gerginlikler çıkaracağı belli olan ve Türkiye’yi içe döndürüp istikrarsızlaştıracak her dayatmaya yılmadan karşı çıktı.
1990’lı yıllarda Ruanda’da 800 bin Tutsi’nin, Bosna’da 325 bin insanın soykırıma uğramasını seyredenlerin, gündeme getirmeye çalıştıkları “Ermeni soykırımı” iddialarını elinin tersiyle itekledi.
Çekoslovakya’nın, Yugoslavya’nın bölünmesini alkışlayanların, Kıbrıs’ın bölünmesine şiddetle karşı çıkmalarındaki ikiyüzlülüğü suratlarına vurdu. Kıbrıs’ın, Azerbaycan’ın yanında durdu.
ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Büyük Ortadoğu Projesi’yle 22 ülkenin haritasını değiştirmeyi hedeflediklerini söylediğinde, Türkiye’nin bir karış toprağını vermeyeceklerini haykırdı.
Kürt sorununu Şeyh Barzani’ye havale edenlere tepki gösterdi.
“Sizin en büyük ihraç kaleminiz Mehmetçik” deyip kapalı kapılar ardından hükümete milyar dolarlar vermeyi teklif edenlerin oyununu bozdu.
Türkiye’nin Ortadoğu’da kanlı tezgâhlar içine çekilmesini isteyen Batılı diplomatlara randevu bile vermedi. Bağımsızlıkçı bir dış politikadan yana oldu.
Toplumda yaratılmaya çalışılan korkunun üzerine gitti.
Hukuk rejimini değiştirmeyi amaçlayan Anayasa değişikliklerine karşı çıktı.
Muhalefeti tekrar toplayıp CHP’yi iktidara aday parti yaptı.
Ve fakat...
Düşman hiç beklemediği bir yerden vurdu.
Şimdi siz hâlâ soruyor musunuz?
Deniz Baykal’a bu hain pusuyu kimlerin kurduğunu?
Cadı avı sürüyor...
KEMAL KILIÇDAROĞLU KAMİL KIRIKOĞLU’NU TANIYOR MU?
CHP kongresi kimi genel başkanlığa getirecek?
Siyasi spekülasyonlar kongreye kadar sürecek mi?
Bunu önleyecek tek isim var: Deniz Baykal.
Ancak.
Benim yazmak istediğim konu bu değil.
Sizi yıllar öncesine, 1971’e götürmek istiyorum.
12 Mart’ta darbe yapıldı. Başbakan Demirel istifa etti.
CHP’den istifa eden Nihat Erim başbakanlığa atandı.
CHP lideri İsmet İnönü, MİT Müsteşarı Fuat Doğu’yla görüştükten sonra hükümeti destekleme kararı aldı.
Bunu öğrenen Bülent Ecevit genel sekreterlik görevinden istifa etti. Siyasi hayatının artık bittiğini düşünüyordu.
Bülent Ecevit’i o ruh halinden çıkarıp, umutsuzluktan çıkarıp CHP Genel Başkanlığı’na oturtan bir isim vardı: Kamil Kırıkoğlu...
Kırıkoğlu kimdi?
1914 Adıyaman doğumluydu.
Babası alay müftüsü Şevki Hoca’ydı.
Annesi Emine Hanım’ı genç yaşında veremden kaybetti.
Malatya’da, Bursa Askeri Işıklar Lisesi’nde yatılı okudu.
Tıbbiye’yi seçti. Askeri doktor oldu.
Öğrenciliği sırasında bir kızı sevdi, nişanlandı.
Fakat kız kalp hastasıydı, kriz geçirdi, yatağa bağlı yaşamaya başladı. Yine de aşkını öyle bırakmadı, evlendi. Eşini nikâhtan bir gün sonra kaybetti.
Acısını kendini mesleğine vererek gidermeye çalıştı.
Bir arkadaşının verdiği, İtalyan yazar İgnazio Silone’nun yazdığı, çevirisini Sabahattin Ali’nin yaptığı “Fontamara” adlı kitap hayatının değiştirdi.
Mesleki kitaplar yanında siyasi eserler de okumaya başladı.
Bir vali kızı olan, iki çocuk annesi Belkıs Hanım’la evlendi.
Binbaşı iken ordudan ayrıldı.
Siyasete atıldı. 1954’te CHP Malatya Milletvekili oldu.
İsmet İnönü’yle ilk tanışmalarında söze, “Paşam takdir buyurursunuz ki, Türkiye’de sınıf partileri olmadığı için” diye başlayınca İnönü, “Anlamadım ne dediniz” diye hışımla sorunca Kırıkoğlu CHP’nin nasıl bir parti olduğunu anladı.
Ama solculuğu hiç bırakmadı.
“Ortanın Solu” kavramını CHP’ye kabul ettiren isimlerin başında geldi.
Ecevit’le tanışması
Kamil Kırıkoğlu ile Bülent Ecevit CHP’nin yayın organı Ulus Gazetesi’nde tanıştılar. 1950’lerde başlayan ilişkileri yıllar içinde güçlendi.
Ve gün geldi Kırıkoğlu, Bülent Ecevit’i İsmet Paşa’nın karşısına rakip çıkardı.
Yıl 1971.
Genel sekreterlikten ayrılan Ecevit, İsmet Paşa’nın karşısına çıkmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu. Tek düşüncesi vardı. Parti kurmak: “Çalışanlar Partisi”.
Kırıkoğlu bu umutsuz havayı dağıtacaktı.
O da en az İsmet Paşa kadar usta bir politikacıydı.
Kişilerin değil fikrin peşindeydi.
Bu nedenle kendisinin genel başkan, Ecevit’in ise genel sekreter olması tekliflerine karşı çıktı. Lider ağırlıklı partilerin çağın gerisinde kalacağını düşünüyordu.
“Partiyi; bir şef partisi, partililerin emir kulu robotları olmak bahtsızlığından kurtarmak için sonuna kadar direneceğiz. Genel başkanın tüzük dışı isteklerine hep ‘Hayır’ dedim. İnönü’ye saygı onun yetkilerine saygı demektir, bunun ötesi ortaçağ köleliği, mürailik, dalkavukluktur. Bu partinin şahıs partisi olmayacağını herkesin bilmesi zamanı gelmiştir.”
Kazanacağından hiç umudu olmayan Ecevit’i de ikna edip İsmet Paşa’nın karşısına çıkardı.
Değişimin zaferi
Kamil Kırıkoğlu CHP’de büyük bir değişim olsun istiyordu.
CHP “Ortanın Solu”nda değil “Demokratik Sol” bir parti olsun istiyordu.
“NATO’nun dışında milli bir askeri strateji ve ulusal çıkarlarımıza uygun bağımsız bir politika inşa etmeliyiz. CHP, ABD ile ilişkilerinde NATO ittifakı sınırları dışına çıkan ikili antlaşmaların tasfiyesini açık bir amaç olarak saptamak zorundadır. Bu ulusal bağımsızlığımızın vazgeçilmez bir koşuludur. Geçmişte izlenen tereddütlü, belirsiz tutumun sürdürülmesi halinde, belli bir dış konjonktürün CHP’yi bu konuda tutucu partilerin gerisine düşürmesi imkân dahilindedir.”
Kamil Kırıkoğlu CHP’de değişimin, derlenip toparlanmanın, halkla bütünleşmenin öncü isimlerinden biriydi.
CHP’deki “göbekçi takımı” onlara “baldırı çıplaklar” diyordu.
Ve o baldırı çıplaklar...
14 Mayıs 1972’de Bülent Ecevit’i CHP Genel Başkanlığı’na taşıdılar.
En önemli rolü kuşkusuz Kamil Kırıkoğlu oynadı.
Sonra...
Türkiye siyasetinde hep yaşanılan bir olay gerçekleşti, Kırıkoğlu CHP’den uzaklaştırıldı!
Kısa bir süre sonra da 28 Kasım 1979’da öldü.
Bugün CHP’de onu tanıyan Kemal Anadol’dan Ali Topuz’a kime sorsanız size aynı yanıtı verir: Adam gibi adamdı.
Kamil Kırıkoğlu, “Kişiler kendi kültürleri, becerileri ve kişiliklerine uygun görev üstlenmedikleri sürece, gerçek kimliklerini ortaya koyamazlar” derdi hep.
Kemal Kılıçdaroğlu, Kamil Kırıkoğlu’nu tanıdı mı acaba?
Keşke tanısaydı...
Gönderen
Ben
Etiketler:
abd,
chp,
hürriyet,
köşe yazarları,
soner yalçın,
soner yalçın yazıları
30 Mart 2010 Salı
KİTAPLAR
Kendi adıma,bir takım olguları,tanımlamaları yerine oturtabilmemi sağlamış bir kitap...
Küba'da sosyalizm ve insan ilk olarak Küba'da,1965 yılının Ocak ayında, Havana'daki 'Verde Olivo' adlı derginin iki sayısında art arda yayımlandı. 'Marcha', aynı yılın kasım ayında yazıyı yeniden yayımladı. Amacı Arjantin'de bir çıkış yapmaktı, çünkü haftalık dergi bundan bir ay önce Buenos Aires'te resmi makamlar tarafından yasaklanmıştı. Che, Bolivya'da hayatını kaybettikten birkaç ay sonra, eser Havana'da ilk defa kitap halinde basıldı. XXI. Yüzyıl henüz başlamışken, Che'nin kederli ve çarpıcı yaklaşımı, bize miras bıraktığı eserlerin tümünde ve özellikle bu kısa ve özlü denemesinde ahlaka ve öngörüye dair verdiği dersleri doğruluyor. Fikirler ve gelecek dimdik ayakta. Şüphesiz: tam özgürlüğümüzün iskeleti kuruldu, "tek eksik kanlı canlı bir vücut ve giysiler, onu da yaratacağız."
Küba'da sosyalizm ve insan ilk olarak Küba'da,1965 yılının Ocak ayında, Havana'daki 'Verde Olivo' adlı derginin iki sayısında art arda yayımlandı. 'Marcha', aynı yılın kasım ayında yazıyı yeniden yayımladı. Amacı Arjantin'de bir çıkış yapmaktı, çünkü haftalık dergi bundan bir ay önce Buenos Aires'te resmi makamlar tarafından yasaklanmıştı. Che, Bolivya'da hayatını kaybettikten birkaç ay sonra, eser Havana'da ilk defa kitap halinde basıldı. XXI. Yüzyıl henüz başlamışken, Che'nin kederli ve çarpıcı yaklaşımı, bize miras bıraktığı eserlerin tümünde ve özellikle bu kısa ve özlü denemesinde ahlaka ve öngörüye dair verdiği dersleri doğruluyor. Fikirler ve gelecek dimdik ayakta. Şüphesiz: tam özgürlüğümüzün iskeleti kuruldu, "tek eksik kanlı canlı bir vücut ve giysiler, onu da yaratacağız."
Gönderen
Ben
Etiketler:
che oku,
e-kitap oku,
ekonomi,
ernesto che guevarai che kitapları,
globalizm,
haberler,
kapitalizm,
kitap,
kitap oku,
komünizm,
küba'da sosyalizm ve insan,
siyaset,
sosyalizm,
yorumlar
SİNEMA FİLMLERİ
Gönderen
Ben
Etiketler:
avatar,
eyvah ayvah,
film indir,
indir izle,
online film izle,
sinema,
sinema filmleri,
türk filmi,
türk filmi izle,
twilight,
yabancı film izle,
yabancı filmler,
yahşi batı,
yerli filmler
KİTAPLAR
2009'un son iki ayı bir çok kitabı aldım ve kitaplığıma koydum. Bunlardan biri de Dan Brown'ın son kitabı Kayıp Sembol. Da Vinci Şifresi'nden hatırladığımız Robert Langdon, bu kez de kendini, gizemli bir şekilde çağrıdığı Washington D.C. 'de yakın dostu Peter Salomon'un kesik eliyle karşılaştığı an başlayan bir bulmacanın ortasında bulur. Son derece karmaşık ilişkilerle kişiler ve olaylar birbirine bağlanmıştır. Peter Salomon'un 33. derece üstad bir mason olması, öyküyü mason locası ve mistik öğretiler,semboller ekseninde ilerletiyor.
Klasik bir Dan Brown tarzıyla olaylar sayı başlıklarıyla sıralanmış.Dan Brown'ın kitaplarıyla ilgili yorumum bu kitapla da değişmedi, edebi olarak ağırlığı olmayan ancak okuyana sinematografik bir heyecan yaşatan bir kitap daha.
Ayrıca dikkatimi çeken -ki çekmemesi mümkün değil- Dan Brown'ın insanı sıkacak kadar net ve çok Blackberry ve İphone reklamı yapmış olması. Dan Brown edebiyatın ticaretini yaptığını keşke bu kadar belli etmeseydi diye de içimden geçiriyorum.Ancak günümüzün dünyası ekonomik çıkarların olduğu her yere elini atan onlarca insanla,kurumla,kuruluşla,şirketle dolu. Reklam da ekonomik dünyanın en önemli unsuru. Kapitalist anlayış insana tüketmeyi aşılıyor, Hatta daha çok para kazanmak için ihtiyacından falzasını da aldırmaya çalışıyor. Farklı akımlar yaratıyor, imrendiriyor, almayanı,sahip olmayanı aşağı görüyor,gösteriyor. E tabi akla girmek için her türlü yolu da deniyor. Reklam edebiyat dünyasına nasıl el atmış bu kitapla görmüş oldum . Korkarım bundan böyle bu tip örnekler artacaktır.
Gönderen
Ben
Etiketler:
33. derece mason,
da vinci,
da vinci şifresi,
dan brown,
edebiyat,
kayıp sembol,
kitap,
mason,
mason locası
TEPECİKSPOR OLAYI
Bu sene ''futbol oyunuyla'' gündeme gelmeyen bir ''futbol'' kulübü var.Adı Tepecikspor. 2. Lig Kademe Grubu 2'de mücadele eden kulüp, ilk olarak şarkıcı Alişan'ın askerlik görevini tecil ettirebilmek için profesyonel futbolcu lisansıyla transfer edilmesiyle gündeme geldi.Ancak daha sonra federasyon,oyuncunun yani Alişan'ın lisansının geçersiz sayılmasına karar verdi,hal böyle olunca da bi kaç ay çinde ünlü şarkıcıya askerlik yolu göründü. Gerek magazin gündeminde,gerekse haber bültenlerinde önplana çıkan bu konu dışında 2 kişinin daha benzer sebepten lisanslı oyuncu olarak kulüpte yer aldıkları söyleniyor.Örneğin Fatih Akyel de benzer sebepten bu kulübe transfer olmuş görünüyor. Ancak Tepeciksporlu Fatih Akyel'i gündeme taşıyan asıl mesele ''şike soruşturması''na karışması oldu. Tepecikspor'lu oyuncular anlaşılan pek rahat durmamışlardı.
Tabi olaylar bununla da bitmedi, şu günlerde ''şike soruşturması'' kapsamında kulüp başkanı Temel Eyüpoğlu da gözaltına alındı. En sonunda da ''başkan'' tutuklanarak cezavine gönderildi.
Olaylar bunlar ama asıl önemli olan futbol denen oyunun nelere alet edildiği ve gözgöre göre bir takım hinliklere imza atanlar sadece bir iki kulüple sınırlandırılabilecek kadar az olup olmadığı?
Lisanslar neler için çıkartılıyor,buralarda ne gibi paralar dönüyor, sırf o değil bir kulüp başkanı şike soruştumasında tutuklanıyor,acaba onun oyuncuları neler yapıyor?
Tepecikspor askerden kaçmak isteyene yardım ediyorsa,şikeyle,spekülasyonla ''para kaldırma'' işlerinin merkezi olmuşsa,bu kulüp başka kimlerin,nasıl kirli işlerine sırf ''futbol kulübü'' kimliğine büründüğü için,yardım etmiştir?Mesele kirli paralar aklanmış mıdır,para transferlerine yol olmuş mudur?
Bizim gördüğümüz,öğrendiğimiz, hissettiklerimizin çok altında ama biz bizi biliriz...
Tepecikspor kendini belli edenlerden tabi başka onlarca kulüp var böyle. Futbolun temeli alt liglerdir. Binlerce genç profesyonel ya da amatör olarak futbol oynar binlerce alt lig takımında. Hepimiz gözümüzü Türkiye Süper Ligi'ne,hatta üç büyük kulübe çevirmişken, futbolun asıl önemli ve büyük kısmı göz ardı edilmiş vaziyette. Orda işler karmaşık,karanlık ve ilginç.
Ve tüm bunlar gösteriyor ki, değişim denen şey alt liglere uğramazsa,düzen,devrim ordan başlamazsa Türk futbolundan beklentiler boşa çıkar.
Gönderen
Ben
Etiketler:
alişan,
alişan şarkıları,
beşiktaş,
fenerbahçe,
futboldan,
galatasaray,
güzeller,
resimleri,
seksi,
şike soruşturması,
tepecikspor,
türk futbolu,
Türkiye,
videolar
27 Mart 2010 Cumartesi
İNÖNÜ'DE BAHAR...
Güne baharı farkederek başlamıştım. Başka şehirlerdeki arkadaşlarımla da konuştuğumda ''Bugün güneş başka.Hava çok güzel hissetiriyor'' dediler. İyiden iyiye inandım. Sımsıcak yaza,taze bir harekete taşıyordu bu gün bizi.Ama bilemezdim,bir futbolsever olarak baharın her yere,her alana sirayet ettiğini..
İnönü'de Beşiktaşlılar ve Eskişehirsporlular bir başka hissi yaşattılar. Herkes içine doldurduğu tüm enerjiyi döktü İnönü'ye...
Futbol kanunları bakımından çok ama çok hata yapıldı.Eksiksiz değildi oyun. Mükemmel hiç değil. Ama hatalar,yapılamayanlar olmasa 5 gol olur muydu...
Taktik anlayış, şu bu bir yana.Bu açılardan değerlendirilecek tek şey hocaların oyunuc değişiklikleri. Skorun gereği olan değişiklikleri yaptılar,eleştirmek zor. Hakem bu zor ve hareketli oyunda hata oranını artırdı,buna da yapacak bir şey yok.
Bir film vardı sahada. Dram,mizah,heyecan,kara mizah, aksiyon, tansiyon, her duygudan bolca tattıran. İzleyen taraflı,tarafsız herkes mahkumu oldu bu filmin. Saatler bir anda yok olsa,kronometreler yerin dibine gömülse hiç kimse dakikaları hesap edemez,maçı da kolay kolay 3 saatten önce bitiremezdi...
Ama filmin bir biçimde bitmesi gerekiyordu...
Sanırım ''senarist'' ' bu hikaye, ancak bu sonla biterse,film mükemmel olur ' dedi...
Gönderen
Ben
Etiketler:
beşiktaş-eskişehirspor,
beşiktaş-eskişehirspor 27.03.2010,
bobo,
holosko,
inönü,
istanbul inönü stadı,
mustafa denizli,
nihat,
rıza çalımbay,
ümit karan
BAHAR ŞİİR OKUTUR ADAMA...
Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama, Yarım saat erkene kurulsun saatin..
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin,
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine..
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle...
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de
Hiç işin olmasada öğle üzeri dışarı çık,
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al..
Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı,
Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara,
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak..
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun..
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada...
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun,
Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun !..
CAN YÜCEL
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin,
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine..
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle...
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de
Hiç işin olmasada öğle üzeri dışarı çık,
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al..
Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı,
Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara,
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak..
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun..
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada...
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun,
Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun !..
CAN YÜCEL
Gönderen
Ben
Etiketler:
aşk,
bahar,
can yücel,
can yücel sağlık olsun,
can yücel şiirleri,
sağlık olsun,
şiir,
şiir oku
YAZ SAATİYLE BİRLİKTE YENİ ŞABLON
Bu gece saat 03:00'da yaz saati uygulumasına geçilerek,saatler bir saat ileriye ayarlanacak. Değişen mevsime blogun şablonunu değiştirerek katılmak istedim.
Evet mevsim değişecek... Artık gündüzeleri daha uzun yaşayacağız. Yavaş yavaş kuş cıvıltıları daha çok dikkatimizi çeker olacak. Güneş donuk sarıdan,sıcak turuncuya doğru ilerlemeye başlayacak... Lisede olsaydım ben de yeni bir kız için kalbimi çarpıtırdım,teklif etmek için fırsatlar kollardım, arkadaşlarımla iyiden iyiye gevşerdik,okul bile renklenirdi hafiften...
Ama hayatımın bir başka başlangıç noktasındayım. En sevmediğim şey klişe lafları tekrar etmek ama benim içinde bitişler yeni başlangıçlara açıldı. Okullar bitti,başka bir hayatın planlamasıyla başbaşa geçirdim bu sene kışı. Pek çok hukuk fakültesi mezunu stajına başlamışken ya da hakimlik-savcılık sınavı için kurslardayken, ben kendimi başka türlü geliştirmek istedim,yeni bir pencere açmak istedim hayatımda. Kapalı bir dünyayı reddetmek istedim hafiften...
Bahar karşı cinse açar gönlü,insan güzellik görmek ister,bahar güzeldir ya,demek insan güzelleşen dış dünya yanında kendi gözünü,gönlünü de güzelleştirmek istiyor bu mevsimde; bahar stresleri kulak arkası ettiri insana, yani gönül yayları gevşer,kafa yayları gevşer insanın...
Ama bahar bazen de insanın içinde koyu gri bir kış gibi kalakalan şeyleri de değiştirmek için isyan uyandırır.İstek uyandırır...
Şimdi hayatımın büyük bir dönüm noktasındayım...Yine bir bahar başveriyor dışarda.
Ailemden biri kendi ailesini kuruyor. Ben isyan halindeyim.
Hareketsizlik demek, elindekileri sorgulamak demektir, bir elinde olumsuz,tatsız şeyler varken,diğerinde hayatında var olanlar vardır şükredilmesi gereken. Ama hareketsizlik...Şükretmen gereken şeyleri sorgulamak demektir...Huzursuzluktur.
İşte bahar,hareket demektir. İşleyişi başlatma vaktidir,sonu hayrolsun diye...
Hayırdır hayır... Bir başka memlekette yaşamak aylarca,başka insanların diliden de anlamak. Zorluğu da hayırdır,hayır...
Sonra ''kendi hayatım'' için bir tuğla,yine ''yeni memleket'' olsun istediğim,başka bir yerde...
Dost getirsin,kazanç getirsin, sallasa sarssa da biraz ruhu,bünyeyi huzur getirsin sonunda... Bahar...Güzel bir kışa götürsün kısacası.
Gönderen
Ben
Etiketler:
2010 ilk yazı,
bahar,
değişim,
güzellik,
hayat,
mevsim,
süper mario,
yeni şablon
BURSA YİNE YEŞİL
Bu akşam oynanan maçta İstanbul B.B.'ye 2-1 mağlup oldu Bursaspor. Oyuna yansıyan açık bir stresleri var. İlk dakikadan itibaren oldukça gergin göründüler. Pek çok kez rakip oyuncularla karşı karşıya geldiler. Öncelikle bu konuda bir şeyler yapılması gerekiyor. Bunca yıl Bursa taraftarı inanılmaz güvendi ve inandı takımına. Zaman zaman meydana gelen taşkınlıklarının sebebi de buydu bana kalırsa.Herkes Bursaspor'dan beklentilerini oldukça düşük tutarken,onlar daha fazlasını beklediler takımlarından. Çünkü Bursa'daki taraftar o şehirli olmanın ötesinde sanki başka şehirde yaşıyor olsalardı da Bursasapor'u tutacaklarmışçasına seviyor ve sahipleniyor takımını. Bu özel bağ yıllar yılı süre gelen bir bağ ve bu,taraftarlarda istenirse Türkiye'nin bu 5. büyük şehrinin de başarılı olabileceği hissi uyandırıyor olabilir. Bu beklentinin altında kalınan yıllar,taraftar sanki takım önündeki bir engel gibi gözüktü. Şimdiyse (yine de biraz tedirgin etse de) kulübün en büyük silahı. Onları Sivasspor'dan daha fazla şampiyonluğuna ihtimal verilen Anadolu kulubü yapan şey de bu olsa gerek. Ancak taraftarın bu desteği,beklentisi,inancı Volkan,Ozan İpek,Sercan gibi genç isimlerin İbrahim,Turgay gibi yaşça daha olgun olsalar da şampiyonluk deneyimi olmayan oyucuların üstüne kara bulut gibi çökmemeli. Şu an ki tablo onlarca yılın beklentisi,bu kadronun üzerine yıkılmış gibi. Eğer şampiyon olunamazsa, bunca şampiyonluktan uzak yılda olduğu gibi,bu senenin suçlusunun da bu oyuncular olmadığı hissettirilmeli. Beşiktaş,Fenerbahçe,Galatsaray gibi kulüpler belli aralılarla şampiyonluklar yaşadıkları için, üzerlerine binen stres o kadar az oluyor. Adeta deprem beklenen fay hattı gibi. Bilimadamlarının söylediklerine göre ,bir yeraltı kırığında çok uzun zaman deprem olmaz,yeni kırılmalar yaşanmazsa enerji birikimi çok fazla oluyormuş. Bu örnekten yola çıkarsak Bursa futbolunun biriktirdiği enerji bir hayli fazla. Ancak beklentileri karşılamaya en fazla bu kadro yaklaştı,ödüllendirilmeyi şimdiden hakeden bu ekip, umarım taraftarlar ve yönetim tarafından rahatlatılır. Şu an bunca yılın beklentisi, artı ,içinde bulundukları yarışın stersini yaşıyorlar. Görüntü o.
Oyuna gelince alışılagelmiş diziliş ve tarzda başladı her iki takımda maça. Ancak İstanbul Belediye'nin kaotik oyun anlayışı Bursa'nın da oyun becerisini kırdı. Zaten çok fazla yumuşak,akıl dolu paslar atabilecek oyuncuları yokken soldan ve sağdan Ozan'la Veli'yi daha aktif kullanmayı da becermediler. İstanbul Belediye oldukça ağır defans adamlarına sahip ve Bursa bu ligin en hızlı hücum oyuncularını elinde tutyor. Bu tablo usta işi bir sabır oyunuyla galibiyeti Bursa'ya getirebilirdi. Çünkü Ertuğrul Sağlam Kayseri,Beşiktaş ,Bursa hattında istikrarla sabit tempoda oynanan,defansif güvenliği bırakmayan ve rakibin hatasını öncelikli olarak beklemek üzerine kurulu bir oyun tutturmuştu. Ancak İstanbul Belediye'nin ilk golü bulması hesapları altüst etti. Erken yenen gol Bursa 'da moralleri de bozdu. Zaten maç sonu Volkan'nın söyledikleri de bu yöndeydi.
İkinci yarı oyunu rakip alana yıkma,kanatları devreye sokma ve en son ihtimal olarak da doldur boşalt yapma düşüncesi oyuna İglesias'ı aldırdı E.Sağlam'a... Ama oyunun şeklinde ve temposunda son 10 dakikaya kadar hiç bir değişiklik olmadı ve maç İBB'nin üstünlüğü ile bitti...
Bu arada stresten bahsetmişken Sercan'ın bu kadar ofsayta düşmesinin başka açıklaması olabilir mi?Stres anında ilk önce kontrol kaybedilir...
Oyuna gelince alışılagelmiş diziliş ve tarzda başladı her iki takımda maça. Ancak İstanbul Belediye'nin kaotik oyun anlayışı Bursa'nın da oyun becerisini kırdı. Zaten çok fazla yumuşak,akıl dolu paslar atabilecek oyuncuları yokken soldan ve sağdan Ozan'la Veli'yi daha aktif kullanmayı da becermediler. İstanbul Belediye oldukça ağır defans adamlarına sahip ve Bursa bu ligin en hızlı hücum oyuncularını elinde tutyor. Bu tablo usta işi bir sabır oyunuyla galibiyeti Bursa'ya getirebilirdi. Çünkü Ertuğrul Sağlam Kayseri,Beşiktaş ,Bursa hattında istikrarla sabit tempoda oynanan,defansif güvenliği bırakmayan ve rakibin hatasını öncelikli olarak beklemek üzerine kurulu bir oyun tutturmuştu. Ancak İstanbul Belediye'nin ilk golü bulması hesapları altüst etti. Erken yenen gol Bursa 'da moralleri de bozdu. Zaten maç sonu Volkan'nın söyledikleri de bu yöndeydi.
İkinci yarı oyunu rakip alana yıkma,kanatları devreye sokma ve en son ihtimal olarak da doldur boşalt yapma düşüncesi oyuna İglesias'ı aldırdı E.Sağlam'a... Ama oyunun şeklinde ve temposunda son 10 dakikaya kadar hiç bir değişiklik olmadı ve maç İBB'nin üstünlüğü ile bitti...
Bu arada stresten bahsetmişken Sercan'ın bu kadar ofsayta düşmesinin başka açıklaması olabilir mi?Stres anında ilk önce kontrol kaybedilir...
Gönderen
Ben
Etiketler:
bursaspor,
istanbul büyükşehir belediyespor-bursaspor 26.03.1020,
lider,
türkcell süper lig
26 Mart 2010 Cuma
BOCA JUNIORS-RİVER PLATE: 2-0
Daha önce merakla beklemiş olduğum ancak yağmur sebebiyle 25 marta'a yani düne ertelenen maç 2-0 ev sahibi lehine sona erdi. Boca Juniors'un burun farkıyla galibiyeti hakettiğini düşünüyorum.Her iki takımla ilgili gözlemlerim ise son derece üzücü. Çünkü geçmişte heyecan uyandıran yetenekler barındıran kulüplerde ''kaşar'' tabir edilebilecek isimlerden başka pırıltı yok. Futbol kaliteleri de bir hayli düşüş göstermiş. Boca Juniors'tan MONZON'un diğer isimlerin önüne çıktığını da söyleyebilirim. Sol çizgiyi gayet iyi kullandı, güçlü ve istikrarlı göründü,hücuma da katkı yapmaya çalıştı. Her dev derbide saha içi itişme gerçekten de bir gelenek olsa gerek, bu maçta da Boca'nın gollerinin sahibi Mendel'le River'lı Gallardo itişti,birazcık da vuruştu. Hakemlerin bu hareketlere karşı sessiz kalması da Arjantin futbol kültüründeki ''başıbozukluğun'' bir yansıması olsa gerek.
Unutmadan şu tespitimi de paylaşmam gerek diye düşünüyorum, erteleme maçlarında, bir futbolsever asla o ilk,ertelenen maçın heyecanını hissedemiyor. Galiba keyif denilen şey, heyecanın ve beklentinin en üst seviyeye çıktığı an tadılan bir şey...
İŞTE MAÇIN ÖZETİ:
Unutmadan şu tespitimi de paylaşmam gerek diye düşünüyorum, erteleme maçlarında, bir futbolsever asla o ilk,ertelenen maçın heyecanını hissedemiyor. Galiba keyif denilen şey, heyecanın ve beklentinin en üst seviyeye çıktığı an tadılan bir şey...
İŞTE MAÇIN ÖZETİ:
25 Mart 2010 Perşembe
MANCİNİ vs MOYES
Olmaz derdim söyleselerdi...Moyes gibi sakin bir adamla, Mancini gibi olaylardan uzak biri birbirine girecek deseler, güler geçerdim...
Ama gelin görün ki bu da oldu...
Everton teknik direktörü moyes uzatma dakikalarında oyuncu değiştirmek istedi ve oyunun devam etmemsi için elindeki topu tuttu...Bu esnadan Moyes'un zaman çaldığını düşünen Mancini bir panter gibi topa hücum etti.
Ve ikili arasında boğuşma yaşandı. Bu olay ardından iki teknik direktör de oyun alanı dışına gönderilidi hakem tarafından. Şimdi FA ceza kurulundan ağır bir ceza onları bekliyor...İngiliz basını da bu itişmeyi utanç verici olarak niteledi.
Ama gelin görün ki bu da oldu...
Everton teknik direktörü moyes uzatma dakikalarında oyuncu değiştirmek istedi ve oyunun devam etmemsi için elindeki topu tuttu...Bu esnadan Moyes'un zaman çaldığını düşünen Mancini bir panter gibi topa hücum etti.
Ve ikili arasında boğuşma yaşandı. Bu olay ardından iki teknik direktör de oyun alanı dışına gönderilidi hakem tarafından. Şimdi FA ceza kurulundan ağır bir ceza onları bekliyor...İngiliz basını da bu itişmeyi utanç verici olarak niteledi.
Gönderen
Ben
Etiketler:
itişme,
manchester city-everton,
mancini moyes fight,
mancini moyes kavgası,
tartışma
UNUTULMAYANLAR-SADRİ ALIŞIK ve CENK KORAY
Geride bırakmakta olduğumuz hafta çok ama çok sevdiğimiz,hayatımıza neşe ve renk katan pek çok ismin hatıralarımızda ölümsüz bir yer edindiği haftaydı. Cenk Koray ve Sadri Alışık'ı bir kez de burda birbirinden hoş videolarıyla anmak istedim...
CENK KORAY VE MÜJDAT GEZEN'İN ESKİ BİR KANALDA BAŞLAMAK ÜZERE OLDUKLARI ŞOV PROGRAMININ TANITIMI...
SADRİ ALIŞIK,YAKIN ARKADAŞI AYHAN IŞIK'I ANLATIYOR(programın sadeliğine bayılarak ve Sadri Alışık'ın filmlerinden ayrı özel sohbet ortamındaki görüntülerinin de önemli olduğunu düşünerek koydum bu videoyu.)
TÜRKİYE'NİN EN GÜZEL AĞLAYAN ADAMI,ÇOK BÜYÜK BİR OYUNCULUK...
KİM O MASADA OLMAK İSTEMEZDİ Kİ...
ÜVEY ANA İSİMLİ FİLMDEN AKILDAN ÇIKMAYAN KARELER...
KURNAZ,SERSERİ,İÇTEN,SAMİMİ,DÜRÜST,KOMİK VE HÜZÜNLÜ BİR ADAM PROFİLİ ÇİZDİ SADRİ ALIŞIK HEP... DÜNYANIN TANIMASI EN KEYİFLİ OLACAK KİŞİSİ ONUN CAN VERDİĞİ KARAKTERLERDİ VE BENCE ONU HEPİMİZİN SEVGİLİSİ YAPAN, BELKİ BÜTÜN ÖZELLİKLERİNİ KATIYOR OLMASA DA CANLANDIRDIĞI KARAKTERE SÜSSÜZ,PÜSSÜZ,ABARTISIZIS,KENDİNDE VAROLANI KATIYOR OLMASIYDI...
AHMETLER MAŞALLAH:)))
TURİST ÖMER MARŞI :)
CENK KORAY VE MÜJDAT GEZEN'İN ESKİ BİR KANALDA BAŞLAMAK ÜZERE OLDUKLARI ŞOV PROGRAMININ TANITIMI...
SADRİ ALIŞIK,YAKIN ARKADAŞI AYHAN IŞIK'I ANLATIYOR(programın sadeliğine bayılarak ve Sadri Alışık'ın filmlerinden ayrı özel sohbet ortamındaki görüntülerinin de önemli olduğunu düşünerek koydum bu videoyu.)
TÜRKİYE'NİN EN GÜZEL AĞLAYAN ADAMI,ÇOK BÜYÜK BİR OYUNCULUK...
KİM O MASADA OLMAK İSTEMEZDİ Kİ...
ÜVEY ANA İSİMLİ FİLMDEN AKILDAN ÇIKMAYAN KARELER...
KURNAZ,SERSERİ,İÇTEN,SAMİMİ,DÜRÜST,KOMİK VE HÜZÜNLÜ BİR ADAM PROFİLİ ÇİZDİ SADRİ ALIŞIK HEP... DÜNYANIN TANIMASI EN KEYİFLİ OLACAK KİŞİSİ ONUN CAN VERDİĞİ KARAKTERLERDİ VE BENCE ONU HEPİMİZİN SEVGİLİSİ YAPAN, BELKİ BÜTÜN ÖZELLİKLERİNİ KATIYOR OLMASA DA CANLANDIRDIĞI KARAKTERE SÜSSÜZ,PÜSSÜZ,ABARTISIZIS,KENDİNDE VAROLANI KATIYOR OLMASIYDI...
AHMETLER MAŞALLAH:)))
TURİST ÖMER MARŞI :)
Gönderen
Ben
Etiketler:
cenk koray,
efsane isimler,
sadri alışık,
turist ömer,
türk filmi,
türk sanat müziği
3.YEŞİLÇAM SİNEMA ÖDÜLLERİ
Önceki gün oldukça şık bir törenle 3. Yeşilçam ödülleri verildi. Televizyondan da canlı yayınlanan gece, izleyende istense Oscar ödül törenine benzer bir organizasyonun ülkemizde de yapılabileceği izlenimi verdi. Gel gör ki ödül töreni başladığında hemen neden bazı şeyler bizde olamaz görüverdik. Hemen akla ''Acaba ödül adayları ve konukların kıyafetleri ile ilgili bir eleştiri mi gelecek?'' sorusu geliyor biliyorum.Ama o değil benim söylemek istediğim. Ödül sahipleri açıklanmaya başlandı,önce en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Pandoranın Kutusu filmiyle ödül aldığı açıklanan Derya Alabora bir süre beklendi ve dizi setinde olduğu için ödülü bir başkası aldı.Ardından da en iyi erkek oyuncu dalında ismi anons edilen Mert Fırat yutdışında olduğu gerekçesiyle sahneye gelemedi ve onun da ödülünü bir başkası aldı oyuncu adına.
Bu o sektördeki sıkıntılardan kaynaklı bir durum mu, oyuncuların kendi mesleklerine saygı duymamalarından mı bilemiyorum ama düşünsenize imrenerek izlediğimiz kaç törende buna benzer sahneler yaşanır?
Gönderen
Ben
Etiketler:
3. yaşilçam ödülleri açıklandı,
3. yeşilçam ödül töreni,
film,
sinema,
türk filmi,
türk sineması
23 Mart 2010 Salı
Why America never fell in love with soccer-CNN International-James Montague
London, England (CNN) -- It is still regarded as one of the greatest upsets in World Cup history; the day the U.S. shocked the world.
In the group stages of the 1950 World Cup finals in Brazil, center back Walter Bahr marshaled his collection of semi-professionals (mainly postmen and miners) to a 1-0 victory against arguably the best team in the world: England.
The victory over America's former colonial masters created headlines around the world, but one of Bahr's overriding memories of the event was the lack of interest it caused back home.
"The only person who met me at the airport when we flew [back] was my wife," recalls Bahr, who was a high school teacher in his home city of Philadelphia at the time.
"England was the king of soccer, everyone thought they would be in the final but the papers had nothing in there. The Philadelphia paper, I still have a copy of it, it has a two inch column. I don't think I did a single interview about the World Cup until 25 years later."
While the rest of the world reacted with stunned disbelief -- legend has it several British newspapers didn't report the score at first, fearing that it had been mistyped and England had really won 10-0 -- back home Team USA's exploits had been met with almost complete indifference.
A clear illustration of the long, and not always happy relationship the U.S. has had with soccer.
As almost every nation on Earth embraced its rapid spread around the globe, the U.S. remained one of the few, resolute outposts of abstention. But why has it been so difficult for Americans to take soccer to their hearts?
Colonial legacy
Part of the answer can be found in soccer's parentage. While the British were using colonial missionaries to spread soccer, the U.S. chose instead to invent its own national pastimes, in a bid to aid nation building
"In the 1880s and 1890s the game was being exported by English missionaries, or mercenaries as some would see it, to the U.S.," explains David Wangerin, author of "Soccer in a Football World: The Story of America's Forgotten Game."
"Soccer was pushed out by the rugby variation [of the game], Americans thought it was their destiny to devise games on their own without relying on the old country. There was no interest in games that were seen as un-American. That persisted right up to the 1970s."
So when the newly codified version of association football, or soccer, arrived on America's shores, a different type of football was already evolving. The U.S. universities of Princeton, Yale, Harvard and Columbia each played their own versions of the game, some using their hands, others using their feet.
But it was Harvard's rugby-based rules that largely won out in a historic meeting between the colleges in Springfield, Massachusetts, in 1876, rules which would eventually lead to the game's distinctly "American" character with its touchdowns, snaps and lines of scrimmage.
Immigrant initiative
"There was a desire amongst immigrants to fit in," says Wangerin. "Multiculturalism wasn't high up on the American agenda back then. You wanted to fit in so you played American football."
By the turn of the 20th century, soccer was being kept alive by immigrant communities in pockets along the east coast, concentrated in cities like New York, Baltimore, Pittsburgh and Philadelphia.
Teams were usually attached to big factories, like the successful but short lived Bethlehem Steel FC, and by 1921 a small professional league -- the American Soccer League -- had been set up. For a young Walter Bahr growing up in Philadelphia, and at a time when the American national team finished third at the very first World Cup in 1930, there was only one path to follow.
"In my neighborhood, Kensington, only two sports were played baseball and soccer, and baseball was for the summer," recalls Bahr. "Philadelphia was divided by ethnic groups and a lot of it was based on what work was available. My neighborhood was a textiles area, so we had a big British influence, Scotch and Irish too. St. Louis had a lot of soccer through the Catholic Church because they had an order of Irish priests and kept the game going in their parish."
Part-time passion
At 15 he joined the Philadelphia Nationals and, after the interruptions of the Second World War, won three league titles with them before being selected for the World Cup squad destined for Brazil. But the part-timers found it difficult getting any kind of playing time before the tournament.
"In 1950 we played Besiktas of Istanbul, in St. Louis. They beat us badly, 5-0. It was a tryout as much as anything, and then we faced an English select team with Stanley Matthews playing, in New York, and they won 1-0. Those were the first times the World Cup team played together. The next day we left for Brazil. It took us two and a half days to get down there!"
After the team's shock victory against England, Bahr went on to enjoy a long career as both a player and a coach, but the victory against the old rivals failed to sear soccer into the public consciousness.
"We never had our own stadiums so we played on baseball fields like Ebbests field," says Bahr. "In 1953 we played an English select team. It was only three years after the World Cup, the same teams that played in Brazil, at Yankee Stadium on a Sunday. But the Yankees had final say on the games; if it was bad weather they had the right to call it off in case we ruined the field. There was a torrential downpour that morning and they postponed it until Monday. Only 7,000 turned up in the end."
The awkward alien
Normal service had been restored, England winning 6-3 in front of a half empty stadium. The American Soccer League limped on in various incarnations until the 1980s, briefly tussling with the superstars of the North American Soccer League for supremacy. But soccer could never quite shake off its tag of being an alien, foreign game.
"Soccer won't ever reach the height of baseball or [American] football and it probably won't be as popular as ice hockey," suggests Wangerin. "But it will find its place. One analogy I've read is that soccer will be more like a boutique coffee shop, rather than a massive supermarket."
For now, though, Bahr and the handful of surviving teammates must manage the many interview requests from U.S. magazines, newspapers and TV networks eager for their story ahead of June's World Cup finals in South Africa, where the USA will once again face England. Was he surprised by all the attention he now gets from the media?
"You can say victory has a thousand fathers," laughs Bahr, paraphrasing former U.S. President John F. Kennedy. "But defeat is a bastard. That's an old one for you."
In the group stages of the 1950 World Cup finals in Brazil, center back Walter Bahr marshaled his collection of semi-professionals (mainly postmen and miners) to a 1-0 victory against arguably the best team in the world: England.
The victory over America's former colonial masters created headlines around the world, but one of Bahr's overriding memories of the event was the lack of interest it caused back home.
"The only person who met me at the airport when we flew [back] was my wife," recalls Bahr, who was a high school teacher in his home city of Philadelphia at the time.
"England was the king of soccer, everyone thought they would be in the final but the papers had nothing in there. The Philadelphia paper, I still have a copy of it, it has a two inch column. I don't think I did a single interview about the World Cup until 25 years later."
While the rest of the world reacted with stunned disbelief -- legend has it several British newspapers didn't report the score at first, fearing that it had been mistyped and England had really won 10-0 -- back home Team USA's exploits had been met with almost complete indifference.
A clear illustration of the long, and not always happy relationship the U.S. has had with soccer.
As almost every nation on Earth embraced its rapid spread around the globe, the U.S. remained one of the few, resolute outposts of abstention. But why has it been so difficult for Americans to take soccer to their hearts?
Colonial legacy
Part of the answer can be found in soccer's parentage. While the British were using colonial missionaries to spread soccer, the U.S. chose instead to invent its own national pastimes, in a bid to aid nation building
"In the 1880s and 1890s the game was being exported by English missionaries, or mercenaries as some would see it, to the U.S.," explains David Wangerin, author of "Soccer in a Football World: The Story of America's Forgotten Game."
"Soccer was pushed out by the rugby variation [of the game], Americans thought it was their destiny to devise games on their own without relying on the old country. There was no interest in games that were seen as un-American. That persisted right up to the 1970s."
So when the newly codified version of association football, or soccer, arrived on America's shores, a different type of football was already evolving. The U.S. universities of Princeton, Yale, Harvard and Columbia each played their own versions of the game, some using their hands, others using their feet.
But it was Harvard's rugby-based rules that largely won out in a historic meeting between the colleges in Springfield, Massachusetts, in 1876, rules which would eventually lead to the game's distinctly "American" character with its touchdowns, snaps and lines of scrimmage.
Immigrant initiative
"There was a desire amongst immigrants to fit in," says Wangerin. "Multiculturalism wasn't high up on the American agenda back then. You wanted to fit in so you played American football."
By the turn of the 20th century, soccer was being kept alive by immigrant communities in pockets along the east coast, concentrated in cities like New York, Baltimore, Pittsburgh and Philadelphia.
Teams were usually attached to big factories, like the successful but short lived Bethlehem Steel FC, and by 1921 a small professional league -- the American Soccer League -- had been set up. For a young Walter Bahr growing up in Philadelphia, and at a time when the American national team finished third at the very first World Cup in 1930, there was only one path to follow.
"In my neighborhood, Kensington, only two sports were played baseball and soccer, and baseball was for the summer," recalls Bahr. "Philadelphia was divided by ethnic groups and a lot of it was based on what work was available. My neighborhood was a textiles area, so we had a big British influence, Scotch and Irish too. St. Louis had a lot of soccer through the Catholic Church because they had an order of Irish priests and kept the game going in their parish."
Part-time passion
At 15 he joined the Philadelphia Nationals and, after the interruptions of the Second World War, won three league titles with them before being selected for the World Cup squad destined for Brazil. But the part-timers found it difficult getting any kind of playing time before the tournament.
"In 1950 we played Besiktas of Istanbul, in St. Louis. They beat us badly, 5-0. It was a tryout as much as anything, and then we faced an English select team with Stanley Matthews playing, in New York, and they won 1-0. Those were the first times the World Cup team played together. The next day we left for Brazil. It took us two and a half days to get down there!"
After the team's shock victory against England, Bahr went on to enjoy a long career as both a player and a coach, but the victory against the old rivals failed to sear soccer into the public consciousness.
"We never had our own stadiums so we played on baseball fields like Ebbests field," says Bahr. "In 1953 we played an English select team. It was only three years after the World Cup, the same teams that played in Brazil, at Yankee Stadium on a Sunday. But the Yankees had final say on the games; if it was bad weather they had the right to call it off in case we ruined the field. There was a torrential downpour that morning and they postponed it until Monday. Only 7,000 turned up in the end."
The awkward alien
Normal service had been restored, England winning 6-3 in front of a half empty stadium. The American Soccer League limped on in various incarnations until the 1980s, briefly tussling with the superstars of the North American Soccer League for supremacy. But soccer could never quite shake off its tag of being an alien, foreign game.
"Soccer won't ever reach the height of baseball or [American] football and it probably won't be as popular as ice hockey," suggests Wangerin. "But it will find its place. One analogy I've read is that soccer will be more like a boutique coffee shop, rather than a massive supermarket."
For now, though, Bahr and the handful of surviving teammates must manage the many interview requests from U.S. magazines, newspapers and TV networks eager for their story ahead of June's World Cup finals in South Africa, where the USA will once again face England. Was he surprised by all the attention he now gets from the media?
"You can say victory has a thousand fathers," laughs Bahr, paraphrasing former U.S. President John F. Kennedy. "But defeat is a bastard. That's an old one for you."
Gönderen
Ben
Etiketler:
bizi futboldan beşiktaş soğuttu,
makale,
neden amerika futbola hiçbir zaman aşık olamadı,
yazı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)